müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Temmuz 2013 Cuma

Rumeli Türküleri Üzerine

Geçmişte Türk’e ait, Türk ile ilgili anlamında kullanılmış olan “Türkî” kelimesinden gelişen türkü, hem geleneksel Türk halk edebiyatı hem de müziği için kullanılan bir terimdir. Bir anonim halk şiiri nazım biçimi olan türküler, bu sözlerin genellikle kolay anlaşılabilir ve küçük soluklu ezgilendirilmesi sonucu oluşmaktadır. Türkü bentleri, yapı ve sözleri bakımından iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm türkünün asıl sözlerinin bulunduğu, “bent” denilen kısım; ikinci bölüm ise “bağlama” ya da “kavuştak” adı verilen, her bendin sonunda yinelenen nakarattır. Bentler ve kavuştaklar kendi aralarında kafiyelendirilmektedir. Hece ölçüsünün her kalıbıyla söylenen türkülerde umumiyetle yedili, sekizli ve on birli hece kalıpları kullanılmıştır. Genellikle aşk, bir teşebbüse engel oluş, sıla hasreti, tabiat güzellikleri, sevgiliyi sembolize eden turna, ceylan, âhu gibi kavramların konu olarak seçildiği türküleri; ezgileri, konuları ve yapıları bakımından sınıflandırabilmek mümkündür. Ayrıca bazı tanınmış türkülerin, içindeki en etkili sözlere göre de adlandırıldığı görülür: Ayşem, Zeynebim, Fidayda, Adanalı gibi.1 Bunun yanında, bazı yörelerdeki türküler, belirli öğeleri içermeleri nedeniyle birer tür özelliği göstermektedir. Bu özelliklerine bağlı olarak, seslendirildiğinde bize o yöreyi ya da bölgeyi anımsatırlar: Karadeniz Türküsü, Teke Zortlatması, Konya Türküsü, Rumeli Türküsü gibi. İşte biz bu çalışmamızda çeşitli özellileriyle Rumeli türküleri üzerine bazı incelemelerde bulunacağız.

Halk kültürü ürünleri, bir milletin meydana getirdiği kültürel değerlerin bütünüdür.2 Toplumun ihtiyacına bağlı olarak ortaya çıkan bu ürünler ile toplum bilinci arasında bir bağ vardır. Bir tarihi olayın toplum üzerindeki etkisinin bilinmesi onu temellendirmede önemlidir.³ Halk edebiyatı ürünlerinde, tarihi olayın geçtiği zamana ait yaşayış, düşünüş ve inanışların izleri görülmektedir. Rumeli bölgesindeki Türk halk kültürü ürünlerinin Türklerin ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmesi bakımından ve kültürün korunmasında, yaşatılmasında önemli işlevi vardır. Bu halk kültürü ürünlerinden, Rumeli bölgesinde yaşayan Türk halkının estetik modelini, beğenisini, sosyal tarihini, toplumun ahlak anlayışını ve örnek değerlerini öğrenmek mümkündür. Bahsedilen ürünler arasında en fazla öne çıkan, bütün Türk dünyası içinde coğrafya farklılıklarına karşın, duyma, düşünme ve bunları ifade etmedeki belirgin beraberliğin sembolü olan türkülerdir. Nitekim geçmiş zamanlardan bu yana, halk arasında heyecan uyandıran her olaya bir türkü yakılmaktadır. Bestelenen bu türküler türlü yollardan yurdun her köşesine yayılmış ve çeşitli bölgelerde çeşitli biçimlere girmiştir. Türklerin vatanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi hudutlarıyla örtüşmeyen bir genişlik arz etmektedir. Bu mânâda türküler, vatan coğrafyasının sınırlarını çizen medenî unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rumeli türkülerinin ilk derlemesi Udî Nevres Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Geniş çaplı ikinci derlemeyi ise Tanburacı Osman Pehlivan, Muzaffer Sarısözen ve Kemal Altınkaya yapmıştır.4 Derlenen bu türkülerin kapsadığı coğrafya oldukça geniştir. Bu konuda İstanbul’un Avrupa yakasından başlayarak, Balıkesir, Çanakkale, Ege’nin bir kısmı ve daha da ötede Batı Trakya ve Girit Adası’na kadar uzanan, Bulgaristan, Eski Yugoslavya, Kırım ve Romanya’yı içine alan bir bölgeden söz edilebilmektedir. Bu büyük alan içerisinde türkülerin, küçük şive farklılıkları gösterse de zenginlik ve ahenk bakımından temelde Rumeli türkülerinin genel özelliklerini içerdiği görülür. Örnek verilecek olursa; “Aman bre deryalar” isimli ünlü Rumeli türküsünün, Bulgaristan’da “Aman be deryalar” şeklinde söylendiği bilinmektedir.5 Rumeli türkülerine mûsikî açıdan bakıldığında beste tekniği, makamların seyir ve hareketi açısından Türk sanat mûsikîsine daha yakın olduğu ve az çok şehir havası ve üslubu taşıdığı anlaşılmaktadır. 19. asır İstanbul eğlence hayatında büyük ilgiyle dinlenen ve sevilen Rumeli türküleri, büyük bestekârlarımızı da etkilemiş, başta Dede Efendi olmak üzere ünlü isimler bazı “Rumeli ağzı” eserler bestelemişlerdir. Melodik cümleleri çok renkli ve hareketli olan saz mûsikîsi eserleri de vardır. Her tür mûsikîde olduğu gibi Rumeli türkülerinde de bir otantizm ve icrâ üslubu söz konusudur. Bugün bu özelliklerden uzaklaşılmasına rağmen bazı bölgesel niteliklerini koruduğu söylenilebilmektedir.6 Rumeli türküleri, beş yüz yılı aşkın bir Rumeli yaşantısının özeti niteliğindedir. “Serhad” denilince hep Avrupa ülkeleri ile ilgili sınır boyları akla gelmiştir. Bu sebeple bu türküler “Serhad türküleri” adı altında toplanmıştır ki bugün “kahramanlık türküleri” olarak anılmaktadır. Hepsinin konusu; kahramanlık, savaşlar, düşmandan alınan ya da düşmana kaptırılan ülke ve şehirler ve bu şartlar altında gelişen gönül maceraları ile bütünleşir. Bu türkülerin üslup ve ifadelerinde yiğitliklerle duygusallık yan yana gelmiştir. Tuna Nehri’nin, Rumeli’deki Türk toplumunun ve Türk askerinin hayatında unutulmayan hatıraları vardır. Bu nedenle bu grup Rumeli türküleri, “Tuna türküleri” adı ile anılmaktadır. Bu türkülerde de, elden çıkan kaleler, Tuna boylarına serpilmiş ve sık sık el değiştiren şehirler, buralarda yaşanan mutluluk, pişmanlık, aşk, hasret ve umutsuzluk gibi türlü beşerî duygular işlenmiştir. Ancak bu türlerin bir bölümü İstanbul folkloru içinde eriyerek kimlik değiştirmiştir. Rumeli türkülerinin diğer bölümünü ise sayı bakımından en ağır basan lirik türküler oluşturmaktadır. Bu lirik türkülerin bir kısmı olan ninniler, bebeklik çağındaki çocuklara, beşik sallamaları sırasında veya yataklarda uyutmak için anneleri tarafından söylenilir. Ninniler dışındaki öteki türkülerin konularını ise aşk, gurbet, hapishane, ölüm, taşlama, güldürü, tarih ve diğer konular oluşturmaktadır. Bunların arasında çeşitli düğünler, mahalli toplantılar, duma (kına) geceleri vesilesiyle düğüncü ve halk şairleri tarafından çeşitli merasimlerde ve bazen kahvelerde söylenilen türküler de vardır.7Rumeli lirik türkülerinde yaygın olarak işlenilen ve dikkat çeken diğer bir konu ise özlemdir. Bu, bazen Anadolu bazen de bir başka Balkan ülkesindeki yakınlara karşı duyulan özlemin türkülerle dile gelmesi şeklindedir.

Türküler, eski zamanlardan bu yana, mühim hadiseler üzerine yakılmaktadır. Genç bir adamın vurulması, genç bir gelinin ölmesi veya genç bir kızın kaçırılması ve buna benzer pek çok hadise, halkın ruhunda müşterek bir acı, bir heyecan uyandırmışsa ondan istifadeye kalkan hassas ruhlu insanlar hemen bir türkü yazmışlardır. Bu türkülerde, o türküyü ilham eden hadise ne ise anlatılmıştır. Rumeli türkülerinin konu itibariyle en önemli hususiyetlerinden olan, sade bir aşk sunuşunun olmayışı, beraberinde bahsedilen hadiseyi oluşturmaktadır. Bu bağlamda Rumeli türkülerinin tipik özelliklerini barındıran, tüm yöre halkını derinden etkileyerek onların ortak duyuş ve düşünüşünü yansıtan ‘Arda Boyları’, ‘Çalın Davulları (Selanik)’, ‘Drama Köprüsü’, ‘Alişimin Kaşları Kâre’ adlı türkülerin hikâyeleri, konuya ilişkin güzel bir örnek teşkil etmektedir.*

Bir toplumun yaşattığı, paylaştığı ve geliştirdiği gelenekler o toplumun kültürünü yansıtmaktadır. Bu anlamda her medenî verim gibi türküler de birer kültür şifresi niteliğindedir. Nitekim türküler bu yönüyle, kişilerin özgeçmişi olduğu gibi toplumların da özgeçmişidir. Halk türkülerinin sözlerinin altında, otantik inceliklerle derin bir biçimde gelişen halk ezgileri ve sözlerin çok ötesinde, içinden çıktığı halkın ve yörenin kültürel geçmişini ve gününü sorgulayıcı önemli dinamikler bulunmaktadır. Özellikle Rumeli türkülerinde, tarihsel olayların bölge halkını fazlaca etkilemesi ve bunun sonucu olarak halkın oluşturduğu kültür ürünlerinin sosyal tarihe kaynaklık etmesi durumu açıkça söz konusudur. Bir kısmı hâlâ, “Rumeli” adı verilen topraklarda yaşayan Türk-İslam nüfusun geriye bıraktığı kültür birikiminin en saf şekilde ifadesi olan türkülerde saklı duran medenî şifreler, birer kaynak olma bakımından en az, vaktiyle kaleme alınmış bir kitap, bir hatırat kadar değer taşımaktadır.


1) Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 8.b.s.,Ankara 2005,s.289-290
2) Ali Abbas Çınar, Türk Dünyası Halk Kültürü Üzerine Araştırma ve İncelemeler, Muğla 1996, s.3
3) Osman Turan , Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,1.b.s., İstanbul 1969, s.46

5) http://www.turkuler.com/tgv/rustemavci11.asp “Rumeli Türküleri, Acizliğin Değil Dirilişin Sesidir.”
7) Nimetullah Hafız, Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri, 1.b.s., Priştine 1985, s.8
Bibliyografya:

ÇINAR, Ali Abbas, Türk Dünyası Halk Kültürü Üzerine Araştırma ve İncelemeler, Muğla Üniversitesi Yay., Muğla 1996
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., 8.b.s.,Ankara 2005
GÖZAYDIN, Nevzat, “Anonim Halk Şiiri Üzerine”, Türk Dili Dergisi, c.LVII, Ocak- Haziran 1989, s.1-104

GÜLER, Hüseyin Rasim,Bulgaristan Türkleri’nin Rumeli Türküleri,Bay Yay., 1.b.s., Prizren 2004
HAFIZ, Nimetullah, Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri, Kosova Üniversitesi Yay., 1.b.s., Priştine 1985
ÖZDEMİR, Ahmet Z., Öyküleriyle Ağıtlar II, T.C. Kültür Bakanlığı Yay.,1.b.s., Ankara 2002
ÖZBEK, Mehmet, Folklor ve Türkülerimiz, Ötüken Yay., 1.b.s., İstanbul 1975

TURAN, Osman ,Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,Turan Yay., 1.b.s., İstanbul 1969
ÜSTÜN, Hulusi, Türkü Öyküleri, Pozitif Yay.,1.b.s., İstanbul 2003

8 Ekim 2012 Pazartesi

Gönül İnsanı: Neşet Ertaş

nesetabi.jpg

Bayram Bilge Tokel

Ebedi yolculuğuna çıktığı gün yüzünde, vazifesini hakkıyla yapmış insanların gönül huzurunu yansıtan bir tebessüm vardı. O, bu dünyaya gönüllere hizmet için gönderildiğine inanıyordu. Türkülerinde en çok kullandığı sözlerden biri, “atam” dediği Yunus'un da dilinden düşürmediği ve kadim telaffuzuyla sadece Orta Anadolu ağzında yaşayan ‘gônül', en çok sevilen türkülerinden birinin adı “Gönül Dağı” idi. İnsan gönlünün Allah'ın evi olduğuna inanırdı; “Hak'tır canların yapısı / Kimsede yoktur tapısı / Son durak gönül kapısı / Gırdıyısan girme gardaş” diye ünlerdi her fırsatta. Beş-altı yaşlarında babası Muharrem (Ertaş) Usta'nın dizi dibinde başladığı sanatını “gönül hızmatı” olarak nitelendirirdi. Konserlerinde kendisine gösterilen sevgi selinin önünü “gönüllerinizin hızmatçısı, ayaklarınızın turabıyım” sözleriyle kesmeye çalışır, “Büyüksün Baba!..” diye bağıranlara her seferinde “Hâşâ! Büyük Allah” derdi. “Üstâd” sözüne itirazını, kelimenin dilimizdeki söylenişini kullanarak gösterirdi: “Usta Allah'tır”.

Son yolculuğuna uğurlamak için yurdun dört bir yanından koşup gelen farklı görüş, düşünce, mezhep, meşrep ve inanç mensubu Kırşehir'e sığmayan on binlerce insan, ona gönül borçlarını ödemek için gelmişlerdi. Bu ülkenin Başbakan'ından, yaylıma çıkardığı koyunlarını oğluna emanet ederek cenazeye katılmak için yaya geldiğini söyleyen Kamanlı çobana kadar herkes aynı duygularla oradaydı: Ömrünü “gönüller yapmaya” adamış birine karşı gönül borçlarını ödemek… Herkes onu seviyordu, o da herkesi; çünkü kelimenin gerçek anlamıyla o bir ‘insan'dı ve yaratılanı hiçbir ayırım gözetmeden seviyordu. Yunus'un “Yaradan'dan ötürü” diye gerekçelendirdiği bu duyguyu, o kendi diliyle “Allah sevmediğini yaratmaz” şeklinde ifade ederdi. Bu sözünün zihnime çakıldığı bir anekdotu aziz ve muazzez ruhundan istirhamla, ‘insan' olmamıza katkı sağlayacağını ümid ve temenni ederek nakletmek istiyorum; çünkü kendisi bu tür şeylerin fâş edilmesinden rahatsızlık duyardı.

‘Allah sevmediğini yaratmaz'

Bir tarihte (2000'li yılların başı) ırgatlık mevsiminin en yoğun ve sıcak günlerinde benim arabayla Ürgüp'ten konserden dönüyoruz. Yolun kenarına sıralanmış, Güneydoğu'dan ekmek parası için ırgatlık yapmaya gelmiş insanların kaldığı çadırların yanından geçerken, gözleri, otların dikenlerin üzerinde o kavurucu sıcakta yalın ayak gezen bu insanların çocuklarına takıldı. İç geçirerek, “Bayram gardaş, bak bunlar da insan, bunları da Allah yarattı. Allah sevmediğini yaratmaz.” dedi. Yoksulluk ve fukaralık üstüne konuşarak hayli yol aldık. Bir ara birden bana dönüp, “Senden bir ricam var, şuradan dön de o çadırlara bir uğrayalım.” dedi. Niyetini tahmin etmiştim ama yine de sordum, “Çadır başı beş-on kuruş yardımda bulunalım” dedi. Döndük. Yaklaşırken arabayı durdurup arka koltuğa geçti, tanınmamak için başına şapkasını takıp yüzüne doğru indirerek bana, “Senden ricam, çadırları say, oradaki çocukları da çağır, poşetin içindeki konser parasından çadır başı (…) lira say ver…” Allah biliyor ya, söylediği miktarı ben fazla buldum, “Abi orda üç-beş tane değil ki, bir sürü çadır var, sana pek bir şey kalmaz, sen bilirsin ama istersen çadır başı…” Hemen itiraz etti, “Cuvara [sigara] paramla uçak param kalsın yeter, aç kalacak değiliz ya.” dedi. Söylediği miktar konserden aldığımız azımsanmayacak paranın çok büyük bir bölümüne tekabül ediyordu ve biliyordum ki dediği olacaktı. Yine itiraz edeceğini bildiğim halde, kendisine, “Madem öyle, bu yardımı senin yaptığını söyleyelim de, insanların meşhur olmuş sanatçılarla ilgili olumsuz düşünceleri değişsin, böyleleri de varmış demek ki desinler. Bu insanlık adına da bir kazanç olur.” dedim. Ben daha sözümü bitirmeden “O zaman yaptığımız şeyin Hak katında bir değeri kalmaz, kesinlikle söyleme.” dedi. Peki dedim. Çadırların yanına varıp arabadan inerek herkesi çağırdım, koşup gelen çocukların arasında yaşlı olduğu için çalışamayan bir ihtiyarla, yeni yetme bir kız çocuğu da geldi. Önce çadırları, sonra paraları sayarak, “Burada (…) milyon lira para var, çadır başı eşit olarak bölüşeceksiniz.” deyip parayı yaşlı amcanın eline tutuşturdum. Şaşırdılar, inanmadılar, inanamadılar ama bir yandan da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar. Derken arabanın arkasında oturan, yüzüne şapkasını indirmiş ‘esrarengiz' adamı merakla inceleyen o yeni yetme kız, birden bire “Aaa, vallaha bu Neşet Ertaş!...” demesin mi? Birden panikleyip ne yapacağımızı şaşırdık. Neşet Abi'nin oturduğu yerden başını kaldırmadan “Ne Neşet'i kızım, o burada ne gezer! Sür Bayram gardaş!” demesiyle gaza basıp hızla uzaklaştık. O insanlar o anda ne bizim kim olduğumuzdan emin olabildiler, ne verdiğimiz paranın sahte olup olmadığından. Paranın gerçek olduğunu çabuk anlamışlardır elbet ama, bizim kim olduğumuzu, o şapkalı ‘esrarengiz adam'ın gerçekten Neşet Ertaş olup olmadığını belki hâlâ konuşuyorlardır…

‘Yoksa sen de bahtı karalı mısın?'

O bu dünyaya garip geldi ve garip gitti. İlk gençlik yıllarından itibaren çalıp okumaya başladığı söz ve müzikleri kendisine ait türkülerinde de “Garip” mahlasını kullandı. Garip, gurbete düşmüş insan demekti ve o, kelimenin bu anlamıyla da hep gurbette yaşadı, gurbeti yaşadı. Hayatının yirmi beş yılını geçirdiği Almanya gurbeti belki onun için en kolay olanıydı. Kırşehir, Yozgat, Çiçekdağı, Yerköy, Keskin ve köylerinde geçen çocukluk yıllarındaki gurbeti hep acıyla anlatırdı. Cebinde iki buçuk lirayla Kırşehir'den çıkıp İstanbul gurbetinin kızgın kazanına düştüğü günlerde, kendisini bu ‘yoksuzluk' kuyusundan çekip çıkaran dönemin plak şirketi sahibi sanatçı Kadri Şençalar'ın Beyoğlu'ndaki gazinosunda okuduğu ilk bozlak da “Garip Bülbül” idi: “Neden garip garip ötersin bülbül/Yoksa sen de bahtı karalı mısın…”

Kendi bahtının karalığından ziyade başkalarının, fakir/fukaranın, özellikle kendisinin “bizim kara suratlılar” dediği Abdal aşiretine mensup insanların bahtlarına yanardı. Bir türküsünde söylediği “Zengin isen ya bey derler ya paşa/Fukara isen ya abdal derler, ya cingan hâşâ!” sözleri, yüreğinde onulmaz dert olan bu duygusunun en somut ifadesidir. Herkesten, hatta kendinden bile gizlediği bir özelliğini, yine ruhundan af dileyerek ifade etmek istiyorum: Konserlerinden, albüm satışlarından kazandığı parayla ev kirasını, çocuklarının okul parasını, hastane giderlerini, elektrik, odun-kömür masraflarını karşıladığı o kadar çok insan vardı ki, sayılarını kendisi de bilmezdi. Nadiren neşeli ve mutlu olduğu günler, bu insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla banka hesap numaralarına “haklarını” yatırdığı günlerdi. “Üzerimden büyük bir yük kalktı, hafifledim.” derdi. Yine böyle bir günde, kendisine, “Abi Allah razı olsun, Allah senin gibi fakir fukarayı düşünen insanlara daha çok versin ama pek böyle olmuyor, kesesinden başka bir şey düşünmeyenlere daha çok veriyor gibi, ne dersin?” dediğimde bana verdiği hikmetli cevabı ömrüm boyunca unutmayacağım: “Bayram gardaş, onlara Allah vermiyor, onlar zorla alıyorlar…”

Sanatı hayatı ile hayatı sanatı ile bu derece özdeşleşen; sazını sözüne, sözünü sazına bu derece yakıştıran ve yaklaştıran bir sanatçıyla karşılaşmak gittikçe daha da zorlaşıyor. Neşet Ertaş bu tür gerçek halk sanatçılarının günümüzdeki en güçlü temsilcisi idi. Onun her türküsünün içimizde bir yerlere dokunması, hayatımızın bir anına denk düşmesi bundandır.

Yaşamadığı, içinde hissetmediği, acısını gönlünde duymadığı hiçbir duygu, düşünce ve olayı ne anlattı, ne yazdı, ne de çalıp çığırdı. Söylediği her türkü, her bozlak, hatta her oyun havası yüreğini yaralayan, içini kanatan, gönlünü yakan sevdaların, acıların, yoksulluk ve çilelerin içten gelen feryadıydı. “Yürekten gelmeyen yırağa gider.” derdi. Neşet Ertaş'ın sazındaki sızı, sesindeki yanıklık, duygularındaki yakıcılık ve sözlerindeki anlam ve derinlik bütün bunların yüreğinden gelmesinden kaynaklanıyordu; çünkü “yürekten gelen yüreğe gider”di... O, en coşkulu, neşeli türkülerini söylerken bile alttan alta derin bir hüznü yaşar ve bize de yaşatır. Bu, hüznün bize en çok yakışanıdır.

Bozkırın Tezenesi Sustu

Behçet Necatigil, bir şairin sanat evrelerini hasret burcu, gurbet burcu ve hikmet burcu olarak üçe ayırır ve olgunluk döneminde yazdıklarını “hikmet burcu”ndan seslenmesi olarak niteler. Neşet Ertaş, ozanlık geleneğinin diğer büyük ustaları gibi her ne kadar hikmet burcundan söylemeye çok erken yaşlarda başlamış ve bu vadide hem nitelik, hem nicelik yönünden çok başarılı eserlere imza atmış ise de, daha yazacağı çok şiir, havalandıracağı ve okuyacağı çok türküsü vardı. Ondan kalanlar, türkü külliyatımızın, halk müziği birikimimizin ve ‘musiki' kültürümüzün en seçkin örnekleri olarak gelecek kuşaklara aktarılacaktır. Bıraktığı miras Türk'ün, türkünün ve Türkçenin yüz akı eserleri olarak ebediyen yaşayacaktır.

Son üç gün hastanede yanında idim. Daha konuşacağımız çok şey olduğunu, iyileşince havalandıracağı türküleri olduğunu ve özellikle insanlara söyleyeceklerinin bitmediğini ifade etti bir ara. Fakat bunun kolay olmayacağının da farkındaydı. Öyle oldu.

Neşet Ertaş'sız türküler, bozlaklar öksüz, bağlama yetim kaldı. Türk müziği büyük bir saz, söz ve ses ustasını, müzik geleneğimiz deha derecesinde bir bestecisini, milletimiz ülkesine sevdalı dürüst bir evladını kaybetti. Ben ise bütün bunlara ilave olarak ‘Neşet Abi'mi kaybettim. Mekânın cennet olsun Abdal Ustam. Sesin gökkubbemizde ebediyen yankılanacak.


25 Eylül 2012 Salı

Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş

Neşet Ertaş'ı rahmetle anıyoruz.
Sadık Yalsızuçanlar
.
'Sağ-sol çatışması'nın şiddetli olduğu günler...Neşet Ertaş Saray Sineması'nda konser veriyor. Gençler dönemin gözde "slogan"larıyla örülü şarkılarından isteklerde bulunurlar. Neşet Ertaş biraz sustuktan sonra her zamanki mütevazılığı ile şöyle der: "Ağam, biz böyle parçalar bilmeyiz. Biz gönülle çalar, gönülle söyleriz."

Neşet Ertaş, -eski adıyla- Abdallar köyünün, bugün hâlâ kemaliyle bilinemeyen 'şaman'ı Muharrem Ertaş'tan öğrenir bu (müzikal) edebi. Babası, irfani geleneğin müzikal halkasının son büyük temsilcisidir. Heidegger'in Freiburg'da, bir konsorsiyum sonrası Japon bilgelerle söyleşirken tartıştığı 'gei-do'nun, yani sanatı, insanın kökene ulaşmak üzere girdiği bir yol olarak görüşünün belirtisi. Ertaş, selefi büyük Divan, Halk, Tekke-Tasavvuf şairleri gibi 'gönül dağı'ndan konuşan bir 'Garip'tir. Mahlas olarak seçtiği bu kelime de gösterir ki, 'dünyada garip bir yolcu gibi olmanın' sırrına ermiştir.

Televizyon programında sunucunun sorduğu soruyu, 'sizden sır çıkmaz...' diye başlayarak cevaplayan bu gerçek sanatçı, zanaat ile sanat'ın özdeş ve hakikate ulaşan en büyük yalan olduğunu bilen, böylece, 'dost eline giden seller'e, 'gözyaşını katan' bir derviştir. Ondan, yıllar önce, 'kalpten kalbe bir yol' olduğunu öğrenen herkes gibi ben de, yıllarca sinemde taşıdığım gizli yaranın bir tabibi olduğunu sanmıştım. Oysa, bütün yaraları ve şifa umutlarını boşa çıkaran bir kader sırrının, Sezai Karakoç'un deyişiyle, 'kaderin üstündeki kader'in biraz olsun farkına vardıkça, Neşet Ertaş'ın türkülerini daha çok sever oldum.

Bizim geleneğimizde, Saadet çağından itibaren, şiirle, yani 'mülklerin en tehlikelisi' ve 'uğraşların en masumu' olan bir dille konuşmak, bir gösteriş ve oyun değil, bir düşünce derinliğinden, bir algı ve kavrayış zenginliğindendir. Yavuz Selim ile Şah İsmail'in hikayesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu, 'söz ola kese savaşı' diyen bir gelenektir. Neşet Ertaş'la babasının konuşması da geleneğin ilginç bir örneği olarak belirir. Leyla'ya gönül verir fakat bazı nedenlerden dolayı babası şiddetle karşı çıkar, 'evladım' redifli bir türkü söyler: "Temiz ruhlu, saf kalplisin şöhretsin/Hakkın vardır evlenmeye evladım/Mevlam sana yapanları kahretsin/Aslı bozuk alma dedim evladım / Dokunsalar nazif tene kir gelir/Bizden önce ceddimize ar gelir/Köle olmak şanımıza zor gelir / Aslı bozuk alma dedim evladım"

Neşet Ertaş, kendisini yaralayan 'aslı bozuk'a, 'ana'yla cevap verir: 'Ulu arıyorsan analar ulu /Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu/Analar insandır biz insanoğlu / Aslı bozuk deme gel şu insana / Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden/Aslı bozuk deme gel şu insana /Soracak olursan eğer ki benden/Aslı bozuk deme gel şu insana / Yazımızı felek yazdı Mevlâdan değil/Senin dediklerin evladan değil/Her hata suç bende Leylâ'dan değil /Aslı bozuk deme gel şu insana" Muharrem Ertaş, oğlunun bu 'ulu ana' göndermesine boyun eğer ve, "Küsmedim Neşedim kahrettim sana/Baban değil miydim sormadın bana/Olan olmuş yavrum ne deyim sana/Sen aklını yitirmişin evladım"

Bu şiirsel konuşma, Neşet'in Leyla ile evlenip ayrılmasından sonra da sürer. Bu kez, Neşet, Leyla'ya, hatanın kendisinde olduğunu söyler: "Bilemedim kıymetini kadrini/Hata benim günah benim suç benim/Eliminen içtim derdin zehrini/Hata benim günah benim suç benim/Bir günden bir güne sormadım seni/Körümüş gözlerim görmedim seni/Boşa mecnun eylemişim ben beni/Hata benim günah benim suç benim"

Neşet Ertaş'la babası ve Leyla arasındaki bu hikayenin sonuçta evrildiği yer ise şudur: 'Cahildim dünyanın rengine kandım/Hayale aldandım boşuna yandım/Seni ilelebet benimsin sandım/Ölürüm sevdiğim zehirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin/ Sözüm yok şu benden kırıldığına/Gidip başka dala sarıldığıma/Gönlüm inanmıyor ayrıldığına/ Gözyaşım sen oldun kahirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin/Garibim can yıkıp gönül kırmadım/Senden ayrı ben bir mekan kurmadım/Daha bir gönüle ikrar vermedim/Batınım sen oldun zahirim sensin/Evvelim sen oldun ahirim sensin'

Böylesi bir zengin dilden, bugün alabildiğine ötekileştirici, sağlıklı konuşmanın önünü tıkayan kör ve kadük bir 'iletişim dili'ne nasıl saplandığımız bir yana, bu 'melal'i anlamaktan da uzaklaştık. Gönül dağından, zekanın ve onun kullanıldığı kurnazlığın ağına düştük. Adnan Yılmaz'ın 'Abdal Anıları'ndan öğreniyoruz: "Muharrem Usta'nın gençlik dönemidir. Oğlu Neşet de yetişmiş gelmiş, ün salmaya başlamıştır sanatıyla... Civarda zenginliği ile ünlenmiş bir ağanın düğünü olacaktır. Ağa bekler ki "Teber Uşağı düğün yapacağımı duymuştur. Çıkarlar gelirler yanıma..."
.
Ağanın hanımı anlatılanlara göre Muharrem Usta'nın sanatına hayrandır. Bunu, beyine söyleyip "Muharrem'e haber sal gelsin" dediyse de ağa "Benim haber salmama ne hacet!" deyip geçer. Ağanın beklediği olmaz. Muharrem Usta ağaya varıp da "Düğünün varmış ağam, biz gelelim" demez. Ağa buna sinirlenir. Tez elden haber gönderir adamlarına: "Düğünüme Hacıbektaş'tan sanatçı getirin!" Bu arada ağanın hanımı Muharrem Usta'ya düğün davetiyesini ulaştırır. Hacıbektaş'tan gelen sanatçılar düğünü çalmaya başlar. Başlar başlamasına da ağanın hanımının aklı Muharrem Usta'dadır. Düğünün daha birinci günü Muharrem Usta "Okuntu"ya uyarak düğüne gelir. Gelince ne görsün? Hacıbektaşlı sanatçılar Muharrem Usta'nın sanatının ünü karşısında ona saygısızlık ederek dışa vurmaktadırlar. Üstelik biri de "İstek parçan var mı?" diyecek kadar ileri gider. Oysa oradaki davetliler, Hacıbektaşlı sanatçıların sazı Muharrem Usta'ya bahşeylemelerini beklemektedir. "İstek parçan var mı?" sözüne bütün enginliği ile ayağa kalkarak cevap veren Muharrem Usta, taşı gediğine koymakta gecikmez: "Benden, yani Muharrem Ertaş'tan, oğlu Neşet Ertaş'tan, kaynı Çekiç Ali'den, yeğenim Hacı Taşan'dan söylemeyin de ne söylerseniz söyleyin!" Hacıbektaşlı sanatçılar şaşırmıştır. Sohbeti dinleyen ağa, Muharrem Usta'ya kızarak "Geriye bunların söyleyeceği ne kaldı Muharrem?" der. Tartışmalarını izleyen ağanın hanımı sözünü esirger mi? "Bey bey, işte onu bir bilseydin!" Ağanın hanımının sözleri karşısında Muharrem Usta durur mu: "Ağam ağam, paramın hatırı olur demesen de bize gönül bahşeyleseydin biz de senden emeğimizi esirgemezdik!"

.
.Neşet Ertaş'tan Türküler
.
Kardeş Türküler - Neşet Ertaş,
"Yanıyorum"

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı