8 Ekim 2012 Pazartesi

Gönül İnsanı: Neşet Ertaş

nesetabi.jpg

Bayram Bilge Tokel

Ebedi yolculuğuna çıktığı gün yüzünde, vazifesini hakkıyla yapmış insanların gönül huzurunu yansıtan bir tebessüm vardı. O, bu dünyaya gönüllere hizmet için gönderildiğine inanıyordu. Türkülerinde en çok kullandığı sözlerden biri, “atam” dediği Yunus'un da dilinden düşürmediği ve kadim telaffuzuyla sadece Orta Anadolu ağzında yaşayan ‘gônül', en çok sevilen türkülerinden birinin adı “Gönül Dağı” idi. İnsan gönlünün Allah'ın evi olduğuna inanırdı; “Hak'tır canların yapısı / Kimsede yoktur tapısı / Son durak gönül kapısı / Gırdıyısan girme gardaş” diye ünlerdi her fırsatta. Beş-altı yaşlarında babası Muharrem (Ertaş) Usta'nın dizi dibinde başladığı sanatını “gönül hızmatı” olarak nitelendirirdi. Konserlerinde kendisine gösterilen sevgi selinin önünü “gönüllerinizin hızmatçısı, ayaklarınızın turabıyım” sözleriyle kesmeye çalışır, “Büyüksün Baba!..” diye bağıranlara her seferinde “Hâşâ! Büyük Allah” derdi. “Üstâd” sözüne itirazını, kelimenin dilimizdeki söylenişini kullanarak gösterirdi: “Usta Allah'tır”.

Son yolculuğuna uğurlamak için yurdun dört bir yanından koşup gelen farklı görüş, düşünce, mezhep, meşrep ve inanç mensubu Kırşehir'e sığmayan on binlerce insan, ona gönül borçlarını ödemek için gelmişlerdi. Bu ülkenin Başbakan'ından, yaylıma çıkardığı koyunlarını oğluna emanet ederek cenazeye katılmak için yaya geldiğini söyleyen Kamanlı çobana kadar herkes aynı duygularla oradaydı: Ömrünü “gönüller yapmaya” adamış birine karşı gönül borçlarını ödemek… Herkes onu seviyordu, o da herkesi; çünkü kelimenin gerçek anlamıyla o bir ‘insan'dı ve yaratılanı hiçbir ayırım gözetmeden seviyordu. Yunus'un “Yaradan'dan ötürü” diye gerekçelendirdiği bu duyguyu, o kendi diliyle “Allah sevmediğini yaratmaz” şeklinde ifade ederdi. Bu sözünün zihnime çakıldığı bir anekdotu aziz ve muazzez ruhundan istirhamla, ‘insan' olmamıza katkı sağlayacağını ümid ve temenni ederek nakletmek istiyorum; çünkü kendisi bu tür şeylerin fâş edilmesinden rahatsızlık duyardı.

‘Allah sevmediğini yaratmaz'

Bir tarihte (2000'li yılların başı) ırgatlık mevsiminin en yoğun ve sıcak günlerinde benim arabayla Ürgüp'ten konserden dönüyoruz. Yolun kenarına sıralanmış, Güneydoğu'dan ekmek parası için ırgatlık yapmaya gelmiş insanların kaldığı çadırların yanından geçerken, gözleri, otların dikenlerin üzerinde o kavurucu sıcakta yalın ayak gezen bu insanların çocuklarına takıldı. İç geçirerek, “Bayram gardaş, bak bunlar da insan, bunları da Allah yarattı. Allah sevmediğini yaratmaz.” dedi. Yoksulluk ve fukaralık üstüne konuşarak hayli yol aldık. Bir ara birden bana dönüp, “Senden bir ricam var, şuradan dön de o çadırlara bir uğrayalım.” dedi. Niyetini tahmin etmiştim ama yine de sordum, “Çadır başı beş-on kuruş yardımda bulunalım” dedi. Döndük. Yaklaşırken arabayı durdurup arka koltuğa geçti, tanınmamak için başına şapkasını takıp yüzüne doğru indirerek bana, “Senden ricam, çadırları say, oradaki çocukları da çağır, poşetin içindeki konser parasından çadır başı (…) lira say ver…” Allah biliyor ya, söylediği miktarı ben fazla buldum, “Abi orda üç-beş tane değil ki, bir sürü çadır var, sana pek bir şey kalmaz, sen bilirsin ama istersen çadır başı…” Hemen itiraz etti, “Cuvara [sigara] paramla uçak param kalsın yeter, aç kalacak değiliz ya.” dedi. Söylediği miktar konserden aldığımız azımsanmayacak paranın çok büyük bir bölümüne tekabül ediyordu ve biliyordum ki dediği olacaktı. Yine itiraz edeceğini bildiğim halde, kendisine, “Madem öyle, bu yardımı senin yaptığını söyleyelim de, insanların meşhur olmuş sanatçılarla ilgili olumsuz düşünceleri değişsin, böyleleri de varmış demek ki desinler. Bu insanlık adına da bir kazanç olur.” dedim. Ben daha sözümü bitirmeden “O zaman yaptığımız şeyin Hak katında bir değeri kalmaz, kesinlikle söyleme.” dedi. Peki dedim. Çadırların yanına varıp arabadan inerek herkesi çağırdım, koşup gelen çocukların arasında yaşlı olduğu için çalışamayan bir ihtiyarla, yeni yetme bir kız çocuğu da geldi. Önce çadırları, sonra paraları sayarak, “Burada (…) milyon lira para var, çadır başı eşit olarak bölüşeceksiniz.” deyip parayı yaşlı amcanın eline tutuşturdum. Şaşırdılar, inanmadılar, inanamadılar ama bir yandan da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar. Derken arabanın arkasında oturan, yüzüne şapkasını indirmiş ‘esrarengiz' adamı merakla inceleyen o yeni yetme kız, birden bire “Aaa, vallaha bu Neşet Ertaş!...” demesin mi? Birden panikleyip ne yapacağımızı şaşırdık. Neşet Abi'nin oturduğu yerden başını kaldırmadan “Ne Neşet'i kızım, o burada ne gezer! Sür Bayram gardaş!” demesiyle gaza basıp hızla uzaklaştık. O insanlar o anda ne bizim kim olduğumuzdan emin olabildiler, ne verdiğimiz paranın sahte olup olmadığından. Paranın gerçek olduğunu çabuk anlamışlardır elbet ama, bizim kim olduğumuzu, o şapkalı ‘esrarengiz adam'ın gerçekten Neşet Ertaş olup olmadığını belki hâlâ konuşuyorlardır…

‘Yoksa sen de bahtı karalı mısın?'

O bu dünyaya garip geldi ve garip gitti. İlk gençlik yıllarından itibaren çalıp okumaya başladığı söz ve müzikleri kendisine ait türkülerinde de “Garip” mahlasını kullandı. Garip, gurbete düşmüş insan demekti ve o, kelimenin bu anlamıyla da hep gurbette yaşadı, gurbeti yaşadı. Hayatının yirmi beş yılını geçirdiği Almanya gurbeti belki onun için en kolay olanıydı. Kırşehir, Yozgat, Çiçekdağı, Yerköy, Keskin ve köylerinde geçen çocukluk yıllarındaki gurbeti hep acıyla anlatırdı. Cebinde iki buçuk lirayla Kırşehir'den çıkıp İstanbul gurbetinin kızgın kazanına düştüğü günlerde, kendisini bu ‘yoksuzluk' kuyusundan çekip çıkaran dönemin plak şirketi sahibi sanatçı Kadri Şençalar'ın Beyoğlu'ndaki gazinosunda okuduğu ilk bozlak da “Garip Bülbül” idi: “Neden garip garip ötersin bülbül/Yoksa sen de bahtı karalı mısın…”

Kendi bahtının karalığından ziyade başkalarının, fakir/fukaranın, özellikle kendisinin “bizim kara suratlılar” dediği Abdal aşiretine mensup insanların bahtlarına yanardı. Bir türküsünde söylediği “Zengin isen ya bey derler ya paşa/Fukara isen ya abdal derler, ya cingan hâşâ!” sözleri, yüreğinde onulmaz dert olan bu duygusunun en somut ifadesidir. Herkesten, hatta kendinden bile gizlediği bir özelliğini, yine ruhundan af dileyerek ifade etmek istiyorum: Konserlerinden, albüm satışlarından kazandığı parayla ev kirasını, çocuklarının okul parasını, hastane giderlerini, elektrik, odun-kömür masraflarını karşıladığı o kadar çok insan vardı ki, sayılarını kendisi de bilmezdi. Nadiren neşeli ve mutlu olduğu günler, bu insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla banka hesap numaralarına “haklarını” yatırdığı günlerdi. “Üzerimden büyük bir yük kalktı, hafifledim.” derdi. Yine böyle bir günde, kendisine, “Abi Allah razı olsun, Allah senin gibi fakir fukarayı düşünen insanlara daha çok versin ama pek böyle olmuyor, kesesinden başka bir şey düşünmeyenlere daha çok veriyor gibi, ne dersin?” dediğimde bana verdiği hikmetli cevabı ömrüm boyunca unutmayacağım: “Bayram gardaş, onlara Allah vermiyor, onlar zorla alıyorlar…”

Sanatı hayatı ile hayatı sanatı ile bu derece özdeşleşen; sazını sözüne, sözünü sazına bu derece yakıştıran ve yaklaştıran bir sanatçıyla karşılaşmak gittikçe daha da zorlaşıyor. Neşet Ertaş bu tür gerçek halk sanatçılarının günümüzdeki en güçlü temsilcisi idi. Onun her türküsünün içimizde bir yerlere dokunması, hayatımızın bir anına denk düşmesi bundandır.

Yaşamadığı, içinde hissetmediği, acısını gönlünde duymadığı hiçbir duygu, düşünce ve olayı ne anlattı, ne yazdı, ne de çalıp çığırdı. Söylediği her türkü, her bozlak, hatta her oyun havası yüreğini yaralayan, içini kanatan, gönlünü yakan sevdaların, acıların, yoksulluk ve çilelerin içten gelen feryadıydı. “Yürekten gelmeyen yırağa gider.” derdi. Neşet Ertaş'ın sazındaki sızı, sesindeki yanıklık, duygularındaki yakıcılık ve sözlerindeki anlam ve derinlik bütün bunların yüreğinden gelmesinden kaynaklanıyordu; çünkü “yürekten gelen yüreğe gider”di... O, en coşkulu, neşeli türkülerini söylerken bile alttan alta derin bir hüznü yaşar ve bize de yaşatır. Bu, hüznün bize en çok yakışanıdır.

Bozkırın Tezenesi Sustu

Behçet Necatigil, bir şairin sanat evrelerini hasret burcu, gurbet burcu ve hikmet burcu olarak üçe ayırır ve olgunluk döneminde yazdıklarını “hikmet burcu”ndan seslenmesi olarak niteler. Neşet Ertaş, ozanlık geleneğinin diğer büyük ustaları gibi her ne kadar hikmet burcundan söylemeye çok erken yaşlarda başlamış ve bu vadide hem nitelik, hem nicelik yönünden çok başarılı eserlere imza atmış ise de, daha yazacağı çok şiir, havalandıracağı ve okuyacağı çok türküsü vardı. Ondan kalanlar, türkü külliyatımızın, halk müziği birikimimizin ve ‘musiki' kültürümüzün en seçkin örnekleri olarak gelecek kuşaklara aktarılacaktır. Bıraktığı miras Türk'ün, türkünün ve Türkçenin yüz akı eserleri olarak ebediyen yaşayacaktır.

Son üç gün hastanede yanında idim. Daha konuşacağımız çok şey olduğunu, iyileşince havalandıracağı türküleri olduğunu ve özellikle insanlara söyleyeceklerinin bitmediğini ifade etti bir ara. Fakat bunun kolay olmayacağının da farkındaydı. Öyle oldu.

Neşet Ertaş'sız türküler, bozlaklar öksüz, bağlama yetim kaldı. Türk müziği büyük bir saz, söz ve ses ustasını, müzik geleneğimiz deha derecesinde bir bestecisini, milletimiz ülkesine sevdalı dürüst bir evladını kaybetti. Ben ise bütün bunlara ilave olarak ‘Neşet Abi'mi kaybettim. Mekânın cennet olsun Abdal Ustam. Sesin gökkubbemizde ebediyen yankılanacak.


Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı