PRİZREN, BİR OSMANLI HATIRASI
8 Eylül 2014
“Seyahatin önündeki tek engel, kapının eşiğidir” der, bir Bosna atasözü. Biz de aşmıştık eşiği ve düşmüştük yola. Uzun süredir gidip görmeyi istediğim Kosova ve özellikle Prizren’in bu kadar yakın olduğunu bilemezdim.
Yazı: Serkan Doğan
Fotoğraflar: Mehdi Öztürk
Batı’nın haçı ve kılıcının girmediği, küçük, genç, barış ve huzur kokan, Saraybosna’ya benzettiğim Kosova’nın nüfusu 2 milyon, Prizren’in ise yaklaşık 200 bin. İstanbul’dan uçakla gayet iyi fiyatlarla ve 1 saat 15 dakika içinde Kosova’da oluyorsunuz. (Ayrıca, İstanbul ile Prizren arası 1000 km, aracınızla da karayolundan seyahat edebilirsiniz). Adeta Anadolu’nun herhangi bir şehrine iner gibi iniyorsunuz uçaktan. Havalimanından başkent Priştine yaklaşık 10 km. Priştineile Prizen arasını ise 80 km ve bu yolu muhteşem karlı Şar Dağı (2750 metre) manzarası ile 1 saat içinde alabiliyorsunuz.“Vardar Ovası” adlı Rumeli türkümüzde geçen Maya Dağı‘nın aslı Şar Dağıdır. Şar Dağları aynı zamanda Kosova ile Makedonya arasında usulca ve tüm heybetiyle uzayıp giden dağ silsilesinin de adı. Al topuklu ve al yanaklı beyaz kızların memleketine geldiğimizde, kendimizi canlı, hareketli ve pırıl pırıl bir Türk şehrinde buluyoruz.
(Vardar Ovası’nın ise hikâyesi şöyleymiş; Osmanlı orduları fetih için geldiklerinde yerli halka burada hiç nehir olup olmadığını sormaları üzerine onlardan: “Var, ama dardır…” cevabını alırlar). Birbiri ardına tarihi eserleri, TİKA’nın restore ettiği Sinan Paşa Camii, yanındaki çayhaneleri, çarşısı, Taşköprü’sü ve içmeye doyamadığımız Şadırvan mevkii sularıyla büyüleniyoruz. Derelerinin (Suzi su, Kukli Beg deresi, Kasım Beg deresi, vs) ve çeşmelerinin (Şadırvan, Topokli, Suzi çeşmesi, vs) yanı sıra, 20’yi aşkın tekke (Karabaş Baba, Tezcir Efendi, Dalgın Baba, Sofu Baba, Kız Türbesi, Aceze Baba,vs), 22 cami ve 2 mescit, saat kulesi, hamam kalıntıları ve 590 metre yükseklikte yer alan ve şehre panoramik açıdan bakabileceğiniz bir kalesi var.
Savaş meydanında her iki komutanın yaşamını yitirdiği (Sırp prensi Lazar ile Osmanlı sultanı Hüdavendigâr) muharebede, 1390 yılında Sultan Murad tarafından ele geçirilmekle beraber, tam fethi Fatih tarafından 1455 yılında gerçekleştirilen ve eski ismi Theranda olan Prizren’in dört bir tarafı dağlarla çevrili, neredeyse her biri ayrı bir ülkeye götürüyor sizi. 1912 yılında Balkan harbiyle Sırpların eline geçen, 2008 yılında ise bağımsızlığını ilan eden Kosova’da, hemen hemen herkes gayet güzel Türkçe konuşuyor ve Türkçe konuşmak burada asaletten sayılıyor. Bu olgunun kültürel olduğu kadar siyasi de birtakım temelleri var. Şehirde para birimi olarak Euro kullanılıyor ve fiyatlar bizim büyükşehirlerimize kıyasen gayet makul. İnsanlar Türkiye’den gelen ve onları kucaklayan soydaşlarını görmenin mutluluğunu her şekilde belli ediyorlar, kendimizi evimizde hissediyoruz. Kebap ve köfteleri, Saraybosna böreği, Fulya böreği ve Trilçe tatlısı akşamımızı renklendiriyor. Işıklandırılan kalenin ve gürül gürül akan Akdere (Bistriça) üzerinde yer alan Taşköprü’nün manzarası bir ayrı güzel. Milli şairimiz Mehmet Akif’in de doğum yeri olan Prizren, hem görsel bir şölen, hem ruhsal bir dinginlik sunuyor. Etnik olarak ekserisi Arnavut olan Kosova savaş yorgunu ve şimdilerde barışın keyfini sürmeye çalışıyor. Evinizin bir odasından bir diğerine geçercesine, bu dost ülke ve kardeş şehirden, iyi anılarla ayrılacaksınız…
KOTOR, ADRİYATİK’TE BİR CENNET
Prizren’in ardından hedef Kotor’du. (Doğrudan eski ismiyle Tito’nun şehri Tigorad, yeni ismiyle ise başkent Podgorica’ya uçmadığımız için) Karadağ’da yer alan Kotor’a gitmek için önce Ulcin’e gitmek gerekiyordu, Türk müteahhitler tarafından yapılan otoyol sayesinde bu yol 10 saatten 4 saate kadar inmiş. (Burada Priştine’deki oldukça modern havalimanının da yine bizim tarafımızdan yapıldığını ve işletildiğini hatırlatalım, dolayısıyla bütün görevliler İngilizce yanında Türkçe de konuşuyor). Kosova’nın Prizren şehrinden Karadağ’ın Ulcin şehrine geçerken önce basit pasaport kontrol prosedürlerinin ardından İşkodra yakınlarındaki sınır kapısından Arnavutluk’a giriyoruz ve birkaç saat sonra çıkıyoruz. Böylece 3 saat içinde 3 ülke kat ediyoruz. Dağ turizmi, kayak merkezleri, tarihi kasabaları, milli parkları, plajları, gölleri ve kanyonları ile kuşkusuz bir tatil cenneti olduğunu kanıtlayan Karadağ’a girer girmez, doğa güzelliklerini apayrı bir cömertlikle sergilemeye başlıyor.
Ulcin’den 120 km mesafedeki Kotor’a geçerken, yol üzerinde Bar, Sveti Stefan ve Budva’ya uğramamak olmazdı. Özellikle Bar’ın Eski Şehir (Old Town) bölümü büyüleyiciydi. 1571-1878 yılları arasında tam 307 yıl boyunca Türk egemenliği altında kalmış, kusursuz bir şekilde korunmuş bir Osmanlı kasabası. Deniz manzarası cabası. 200 km’yi bulan görkemli Karadağ sahillerinin en güzel bölümleri bence burada bulunuyor. Rumija dağları eteklerine kurulan Bar’ın konumu İtalya’nın Bari şehrinin hemen karşısına denk geliyor. Bar’dan 38 km sonra ulaştığımız Budva ise plajları ve otelleri ile klasik bir tatil beldesi. Aynı zamanda Balkanların en eski yerleşim birimlerinden biri. Bar’ın da Budva’nın da kaleleri var. Turizmin etkisiyle, fiyatlar Kosova’ya oranla oldukça yüksek. Bar’dan 33 km sonra ve Budva’ya 5 km kala Sveti Stefan adındaki dünyaca meşhur köy ve karaya bağlanmış adayı da ziyaret ettik.
İki yanındaki plajları, içindeki taş evleri ve olağanüstü manzarasıyla, burası da yine bir tabiat harikası. Aslında 15. yüzyılda bir balıkçı köyü olarak kurulmuş ve eski adı Pvodne köyü olan Sveti Stefan,bizim Cunda’ya benziyor. Nüfusu 625 bin olan ve 2006 yılında Sırbistan’dan referandum yoluyla bağımsızlığını kazanan Karadağ, bizim memleketimizde uzun ve güçlü insanların ülkesi olarak bilinir. Bu arada, gerçekten uzunlar. Farklı ve sağlam bir bedensel yapıya sahipler. Dünyanın en güzel fiyordlarına sahip olduğu için, Türkiye’deki bir yöremiz ile benzetmekte büyük güçlük çektiğim ve efsaneye göre “herkesin iyiliği için” yaratılmış olan Kotor, Osmanlı tarafından fethedilmeyen (Barbaros Hayrettin tarafından kuşatılmış ama alınamamış) ancak haraca bağlanan nadir yerleşim birimlerinden biri. Evet, UNESCO miras listesinde dâhil edilmiş, dünyanın sayılı fiyordlarından birine ve Akdeniz çanağının en büyük fiyorduna sahip Kotor, Avrupa’nın güney ucu. Eskiden Tito yaz tatillerini geçirirmiş, hatta Napolyon bile güzelliğine dayanamayıp, bir süre kalmış. Aynı zamanda, adı dünyanın en güzel körfezleri arasında anılıyor, Karadağ’ın Miami’si olarak biliniyor, coğrafyası itibariyle ve sükunet haricinde Dubronik’e benzetiliyor.
Rodos’ta olduğu gibi, deniz kıyısında ve surlar içinde kalan Eski Şehrin içinden çıkmak istemiyorsunuz. 8. yüzyıldan kalma saat kulesi, pek çok saray ve kilise var. Kaledeki en büyük kilisenin inşa tarihi ise 809. Kotor kalesi, daha doğrusu içinde irili ufaklı pek çok kale bulunduran surları, gerek gece gerekse gündüz bu beldeye ayrı bir gizem ve heybet katıyor. 400 metre yüksekte kalan kaleye çıkıp ve inmek yaklaşık 2 saat alıyor, mümkünse sabahın serin saatlerini tercih edin. Bayrak tepesine ulaştığınızda karşılaşacağınız manzara bütün yorgunluğunuzu unutturacaktır. Yiyecek olarak, İtalyan etkisiyle gayet leziz hazırlanan pizzalar ve deniz ürünlerini tavsiye ederim. Yıl boyunca en fazla 15 dereceye kadar soğuyan Kotor’un etrafını çevreleyen dağlar, mütemadiyen bulut tabakaları ve sislerle süsleniyor. Kotor’da zaman yavaş akıyor, manzara nefes kesiyor… “Aslında bütün yolculuklar, yalnızca başlangıç noktasına yaklaşmaya yarar” derler ve doğrudur…
Bu yazı 2014 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 90. sayısından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder