21 Mayıs 2012 Pazartesi

“Türkiye’de evlerin %95’inde kütüphane yoktur”

Yavuz Bülent Bâkiler ile Söyleşi
Murat Kır – Sanatalemi.net

Aslen Azerbaycan göçmeni bir ailenin çocuğu olan Yavuz Bülent Bâkiler, Sivas doğumludur. Gazetecilik, yöneticilik ve avukatlık da yaptı.

İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir ara Ankara Televizyonu ve Ankara Radyosu’nda çalıştı. Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı olarak görevlendirildi. Hisar dergisi şairleri arasında yer aldı. Halen Türkiye gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Yavuz Bülent Bakiler’le 5 Mart günü bir röportaj yaptım. Yavuz Hocam bana “Benimle ilk röportajı sen yapıyorsun” dedi. Bu sayede onunla ilk röportajı yapan biri olarak ne kadar sevinçli olduğumu anlatamam. 45 dakikalık söyleşide hocamın engin bilgileriyle ben sordum, o cevapladı.

Murat Kır: Tam olarak yazmaya ne zaman başladınız?

Yavuz Bülent Bakiler: 1947 yılında, 5.sınıfta yazmaya başladım. Okulumda Bulgular gazetesinde Sivas üzere şiir yazdım. Yazmış olduğum şiir beğenildi ve gazeteye konuldu. 1947 yılında derme çatma, sapma sapan şiirler yazarak şiir dünyasına girmiş oldum.

Esas şiirlerim, 1953 yılında İstanbul dergilerinde yayınlanmaya başladı. Daha sonra 1966-67 yılında Ankara’nın devlet televizyonunda vazifeliyken Yugovlasya’nın Struga şehrinde şiir yarışmasına devletimizin almış olduğu bir kararla katıldım. Yugovlasya’dan döndükten sonra arkadaşlar yazmamı istediler; ben ise yazmaktan ziyade okumayı seviyordum. Bende arkadaşlarımın isteği üzerine Yugovlasya’nın Hatıraları Üsküp’ten Kosava’yı yazdım. Üsküp’ten Kosava’yı yazdıktan sonra edebiyat dünyasında beğenildi ve YÖK bütün üniversitelerde okunmasını istedi. Bundan sonra şiirden nesire bir geçiş oldu. Bugüne kadar yayınlanmış 20 kitabım var. Bunlardan 4’ü şiir, diğerleri nesir kitabıdır.

Kır: Bir ara STV’de “Sözün Doğrusu” programını yaptınız. Sizce bu kültür programı amacına ulaştı mı? Halkımızda bir etki uyandırdı mı?

Bakiler: Çok tesirli olduğunu gördüm. Azerbaycan’da iki üniversite “fahri doktorluk” unvanı verdi. Bu programın Türkiye’de yeterli miktarda tesirli olduğunu söyleyemem. Türkiye’de dil tahribatı konusunda yanlış gelişmeler var. Ama diyebilirim ki kitap kendi çerçevesinde faydalı olmuştur.

Kır: Ben sizin Sözün Doğrusu ve Harman kitabınızı okudum ve güzel konulara değinmişsiniz. Kitaplarınızı okuduktan sonra Türkçe’yi konuşurken dikkat etmeye başladım. Özellikle kitabınızda “sel” ve “sal” ekleriyle ilgili bir arkadaşımla tartıştım. Arkadaşım ise onun Fransızca’dan ekler olsa bile sonuçta dilimize devamlı kullanıldığı ve benim de bunları kullanmamı istedi. Sizce bu konuda ne yapmamı önersiniz?

Bakiler: Doğrusunu yapmalısınız. Bizim Profesör Ziyarettin Fahri Fındıkoğlu var. O diyor ki “Türkçe’yi ‘sal’a bindirdiler, ‘sel’e verdiler.”

Ben özellikle “sel” ve “sal” eklerinden tiksiniyorum, nefret duyuyorum. İsimden sıfat yapma ekleri varken Latinceden bir takım ekleri kullanmak yanlıştır. Bana göre arkadaşın Türkçe’nin güzelliklerini görmüyor. Bazı öğrencilerimiz, bazı tabipler bu “sel” ve “sal” ekleriyle konuştuklarını sanıyorlar. Mesela “tarih” kelimesi. Arapça’dan “tarihi” demek varken, Latince’den gelen eklerle “tarihsel” diyorlar, altı Arapça üstü Latince. Cumhuriyet’in ilanından sonra bize tanınan en büyük hürriyet, Türkçe’yi tahrip hürriyetidir. Bunun karşısına geçmiyoruz. Kimse Türkçe’nin bozulmasına karşı çıkmıyor.

İngiltere’ye gittim ve kaptan vardı. Ben ona mahsustan kaptana “Sizin dilinize Fransızca’dan ve Latince’den geçen kelimeler var, neden öz İngilizce’yle konuşmuyorsunuz?” diye sordum. O da bana “Ne demek öz İngilizce? Bizde İngilizce vardır. Dilimize gelen kelimeler var, onu dilimizden ayıramayız.” dedi. Bu doğru bir tespit. Sonra bana döndü ve saatine baktı “Şu an kızım evde tutmuş olduğum hocayla Shakspeare’i öğreniyor.” dedi. Shakspeare’in 350 yıl önce yazmış olduğu eserleri okuyor. Bizde bırakın 350 yılı, Cumhuriyet dönemi eserlerini okutamıyoruz. Dildeki tahribat yüzünden.

Kır: Sözün Doğrusu kitabında kişi başına basılan kitap sayısını vermişsiniz. Buna göre ülkemizde basılan kitap sayısı olarak çok az ama ben bununla ilgili bir araştırma yaptım. Türkiye’de korsan kitap basımında dünyada ilk sıralarda. Eğer korsan kitaplarda istatistiğe yansımış olsa, yine de bu durum aynı olur mu?

Bakiler: Çok az fark ederdi. İstediği kadar korsanı basılsın. ABD bir yılda basılan bin kişiye 4700, Almanya’da bin kişiye 2700, Fransa’da 1000 kişiye 1700, Japonya’da bin kişiye basılan kitap sayısı 1000 kitap, Türkiye’de ise bin kişiye basılan kitap sayısı 7 kitap. Bu bizim yüzümü güldürecek bir sonuç değil, korsan kitapları da dahil edelim, 25, hatta 50 olsun, bu bizim milletimiz için iyi bir netice değildir. Türkiye’de, dünyada en okumayan milletiz. Bizim altımızda Arap devletleri, onların altında Afrika geliyor.

Türkiye’de evlerin %95’inde kütüphane yoktur. Çocukların beyinlerdeki deha merkezlerini çalıştırmamasına neden oluyor. Herkesin beyninde deha merkezi var, yaratılışımızdan beri. Avrupalı ilim adamlarına göre bu deha merkezini çalıştırmak için kelime dağarcığımızın gelişmiş olması lazım, bu da çok kitap okuyarak tamamlanabilir.

Ben hukuk fakültesinde okurken topluluk önünde beş dakika konuşamıyordum. Bunun sebebi kitap okumamdan kaynaklanıyordu. Namık Kemal’in “Bir insanın zekâsı bildiği kelimelerle orantılıdır. Bir insan ne kadar çok kelime bilirse dünyası o kadar geniş olur, ne kadar az bilirse sıkıntı çeker.”

Ben okudum ve onun çok faydasını gördüm. Kelime dağarcığım gelişti.

Kır: Hep merak etmişimdir. Gerçekten “şey” kelimesi nedir? Onu hayatın her yerinde kullanıyoruz. Geçen sene diksiyon kursunda hocamız “şey” kelimesinin Türkçemizde olmadığını ve ne kadar çok “şey” kelimesi kullanırsak kelime dağarcığımızın az olduğunu gösterir.- dedi. Buna katılıyor musunuz?

Bakiler: Tabi katılıyorum. “şey” kelimesi Arapçadır. Bilmediğiniz, hatırlamadığınız kelime yerine onu kullanıyorsunuz. Nasıl yüzme bilmediğiz zaman can simidine sarılıyorsanız, yeterli miktarda kelime dünyasına sahip olmadığınız taktirde –şey- kelimesini kullanıyoruz.

Atatürk, 1932-34 yılında “şey” kelimesini yasaklamıştır. Sonra dil tam bir çıkmaza girince bundan vazgeçti.

Kır: Maalesef her gün görüyorum. Yabancı isimli işyerleri, sonra televizyon dizilerinde, programlarında dikkatsiz bir şekilde Türkçe kullanılıyor. Devletin televizyonu TRT bile artık eskisi gibi Türkçe’ye sahip çıkmıyor. Artık Türkçe kendi kaderine mi bırakıldı?

Bakiler: Bırakılmamalı. Bu yabancı isimli işyerleri olması Türkiye’de büyük bir kötülüğün ortada olduğudur. Dil bakımından çok büyük sakınca meydana getirmektedir. Bunu ortadan kaldırmak dünyanın en kolay işidir. Ben başbakan yardimcisi Bülent Arınç’la bu konuyu konuştum. Bununla ilgili bir yasa çıkarsanız, mesele kökünden çözersiniz. Nasıl ki kapalı alanlarda sigara içmek yasaksa, buna benzer yabancı kelime iş yerleri için aynısı yapışmalıdır.

Kır: Dil sürekli yaşayan bir canlı gibi. Sürekli gelişir, olgunlaşır ve belli bir süre sonra dildeki kelimeler, yerine başka kelimelere bırakır. Sizce dilin sürekli gelişmesi ne ölçüde olması lazım, sürekli yabancı kelimelerin girmesine müsaide mi etmeliyiz?

Bakiler: Elbette etmemeliyiz. Dile zamanla bir takım kelimeler girer, dilde zamanla bir takım kelimeler çıkar. Dil, kendisini kabul ettirir. Arapça ve Farsça kelimelerin, bir takım kimseler şiddetle ayıklanmasını istiyorlar. İslamiyet’e inanmıyorlar, inanmamalarını tabi karşılarım ama bu dildeki kelimeleri tasfiye etmeye çalışıyorlar. Yunanca da kelimeler var, dilimize giren – kapı, anahtar, kilit, iskelet, kundura, dünya, temel- kelimeler Yunanca. Bunlar Yunanca’dan geldiği için dilimizden atamayız. Bu öfke Arapça ve Farsça kelimelere karşı, bu da dine inanmamaktan kaynaklanıyor. Mesela “mektep” kelimesi, onun yerine İngilizce’den “school” ve Fransızca’dan “ekol” kelimesinden okul kelimesini koydular. Arapçayı kaldırıyorlar, yerine Fransızcayı koyuyorsunuz. İngilizler 400 yıl önceki kelimeleri okuyorlar, ama bizim çocuklar 50 yıl önceki kelimeleri okuyamıyorlar.

Kır: Atatürk dil devrimi ile Latin alfabeleri getirdi. Sizce 600 yıl konuştukları dillerden ayrılıp, Latin alfabesiyle konuşmaya başladı. Sizce bu halkımız için ne gibi sonuçlar doğurdu? İleriye dönük mü, geriye dönük mü?

Bakiler: Bu çok mühim bir soru. Bu sorunun cevabını dinlemeye tahammül edecek kişi sayısı çok azdır. Dilde devrim olmaz, harfte devrim olur. Bir şiir kitabı yerine, bir tarih kitabı koyduğun zaman bu devrimdir. Bir şiir kitabı yerine, başka bir şiir kitabı koyduğun zaman bu bir gelişmedir. Harfte değişiklik olur, devrim olmaz. Dil devrimi sözünü şiddetle itiraz ediyorum.

Bizim Soyvetler’de aşağı yukarı 100milyon vatandaşımız var. Rusya, oradaki Türklerle, Anadolu Türkleri arasındaki bağı koparmak için ciddi bir çalışma politika yürütmeye başladı. Rusya bunun için Latin alfabesini alalım ve onu kullanalım, dedi. Rusya’da Ermeniler, Yahudiler var, bunların alfabelerine dokunmadılar. Sadece bizim soydaşlarımızın alfabelerine dokundular ve 1926 yılında Latin alfabelerini getirdiler. Koptu mu aramızda kültür bağı. Bunun üzerine Atatürk 1928 yılında tekrar kültür bağını sağlamak amacıyla Latin alfabesine geçti. Bu sefer Rusya soydaşlarımıza Kiril alfabesini uzattılar. Dünya da her milletin tek bir alfabesi vardır, dünyada 29 alfabeyle yazıp okuyan biziz. 1928 yılında yapılan harf inkılâbına bişi demiyorum. Okullarımızda bize eski harfleri öğretmeleri lazımdı, ben babamın eski yazılarını okuyamıyorum.

Kır: Son olarak size bir soru sorayım. Hiç unutamadığınız bir anınız var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Bakiler: Binlerce hatıram var. Bunlardan en önemlisi 2000 yılında tam olarak tarihi hatırlamıyorum. Şile Belediyesi beni davet etti. Belediyenin hazırlamış olduğu kürsüye çıktım. Türkçeyle ilgili tespitlerimi söylemeye başladım. Dinleyenler arasında deprem profesörü Ahmet Ercan vardı. En öne oturmuştu, hanımıyla beraber. Beni dinliyor ama öfkeyle. Ben ara Türkçe karşılıkları olmasına rağmen Arapça ve farsça kelimelerle bozulduğunu ve öztürkçeyle çıkmaza sokulduğunu anlattım. Ben konuşma sırasında bir takım Arapça ve farsça kelimeler kullandım. Bunlar “Tarik-i âm üzerinde, nasın müsellâh olarak tecemmuu memnudur” ve “Mütesaviyen mudalla bir müsellesin re’sinden kaidesine indirilen hatt-ı müstakim, kaideyi iki müsavi parçaya taksim eyler”. (Önceki bir hukuk kaidesidir. Sonraki ise bir geometri tarifi.) Dedikten sonra bunun üzerine Profesör Ahmet Ercan ayağa kalktı ve bana “Burası laik Türkiye, Atatürk Türkiyesi’nde siz bu ayetleri söyleyemezsiniz” dedikten sonra salondan hanımı zorla dışarıya çıkardı. Profesör, şile Cumhuriyet Halk Partisi’ne gitmiş. “Siz burada oturuyorsunuz, laikliği ihlal ediyorlar, bu nasıl geriliktir, bu nasıl yobazlıktır.” demiş. Ben bunları savcıdan öğrendim. Sonra Cumhuriyet gazetesinde Şile’de laikliği ihlal edilmiştir, büyük ifayla karşı karşıya kalınmıştır.- diye bir haber çıkmış. Sonra beş on gün sonra bir polis gelip, “Şile Cumhuriyet Başsavcılığı’ının daveti vardır ve sizi istiyor” dedi. Sonra belediye bana sizin kullanmış olduğunuz kelimelerin, Ayet-i kerime olmadığını söyledi. Şile Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı verdi.

Sohbet için çok teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın…


Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı