Sosyoloji Derneği‟nin Aralık 2010 yılında gerçekleştirdiği 20. Kuruluş yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Farabi Salonunda konuşma yapan International Sociological Association (Uluslararası Sosyoloji Derneği)‟un başkanı Prof. Dr. Michael Burawoy‟un “Küresel Sosyoloji, Olanak ve Sınırlılıkları” isimli konuşması.
Yayına hazırlayan: Zuhal Yonca Odabaş, Ankara Universitesi
Merhaba burada olduğum için çok mutluyum, fakat Türkçe konuşamadığım için çok üzgünüm. Fakat biraz önce düet yapan sanatçılar gibi biz de Neslihan ile düet yapacağız. Buraya davet edildiğim için Prof. Kasapoğlu ve Prof. Gökçe‟ye çok teşekkür ediyorum. Burada otururken ve konuşmayı dinlerken Neslihan aracılığı Prof. Gökçe‟nin söylediği şeyleri ile biraz anlayabildim. Ben kısa süre süreliğine bir Derneğin başkanlığını yaptım ve bu süre içinde çok yoruldum. Fakat sizler bunu 20 yıldır yapıyorsunuz ve sadece bilimsel çalışmalar değil, öğrenci yetiştirmek, derneklerle olan ilişkiler, hükümetle olan ilişkiler, uluslararası katılımlarınız bunlar muhteşem.
Prof. Kasapoğlu beni, küresel sosyolojinin sınırları ve olanakları üzerine bir konuşma yapmak üzere davet etti ve bence Türkiye bu konuyu konuşmak ve tartışmak için ideal yerlerden bir tanesi. Çünkü Türkiye Doğu ile Batı arasında bir yerde konumlanmıştır. Çok ünlü bir Türk atasözünde olduğu gibi iki cami arasında beynamaz olmaya benzer şekilde Türkiye, sadece Doğu ile Batı arasında değil; Kuzey ve Güney arasında, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında konumlanmıştır. Türkiye, göç motiflerinin, jeo politik çıkarların merkezidir aynı zamanda. Bu nedenlerden dolayı Ankara‟nın, küresel sosyolojinin merkezi olması gerektiğini düşünmekteyim. Sahip olduğu tarih ve geleneği, Türkiye‟deki sosyolojiyi önemli bir yere koymakta. Türkiye‟de sosyolojin tarihi 1914 yılına kadar gitmekte. Bu tarihte açılan sosyoloji bölümü, dünyada ikinci açılan sosyoloji bölümü. Ayrıca, Atatürk cumhuriyeti ve devrimleri Türkiye‟de sosyolojiyi önemli bir yere taşımıştır.
Ankara‟ya geldiğimden bu yana, halk sosyolojisi ile ilgili pek çok şey duydum burada. Marksist sosyolog olarak anılan Behice Boran ve arkadaşları tarafından yayımlanan Yurt ve Dünya Dergisi‟nin Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü tarafından yeniden yayınlanacağını öğrendim. Bu çok önemli çünkü küresel bir sosyoloji için halk sosyolojisinin olması gerekmekte. Bu anlamda Behice Boran ve Yurt ve Dünya Dergisi‟nin halk sosyolojisi için çok büyük önem taşıdığını düşünmekteyim.
Sosyoloji Derneği‟nin logosunu bu anlamda çok önemli bulmaktayım. Konuşan, diyalog içinde olan iki insan figürü. Diyalog, sosyoloji için hayati bir önem taşımakta: sosyologlar arasında, sosyologlarla ile sivil toplum kuruluşları arasında, uluslar arasında diyalog çok önemli. Sizler Sosyoloji Derneği olarak bunun önemini 20 yıl önce fark ettiniz. Uluslararası Sosyoloji Derneği olarak bizler ise, henüz Küresel Diyalog isimli yeni bir gazete çıkararak bu diyalogu sağlamaya çalışmaktayız.
Bugünkü konuşmamda beş noktadan bahsedeceğim. İlk önce genel olarak, küresel sosyoloji ile onun sınırlılıkları ve olanakları hakkında konuşacağım. Daha sonra daha somuta inip, son 40 yıldır yaptığım çalışma ve araştırmalardan bahsedeceğim. Bunu yaparken küresel pazara değinip, sosyologların küresel pazarlar ile nasıl bir ilişkiye girmeleri gerektiğini anlatacağım. Üçüncü olarak, 1944‟te yayımlanan “Büyük Dönüşüm” kitabının yazarı olan Karl Polanyi‟nin görüşleri üzerinden bir küresel sosyoloji perspektifi geliştireceğim. Küresel sosyolojinin tarihsel ve coğrafi özellikleri hakkında konuşacağım ve sosyologların neden ve nasıl küresel pazarlar ile ilişki içine girmeleri gerektiğini, üniversitelerde neler olduğunu, üniversitelerin Pazar ile bütünleşmesi süreçleri hakkında konuşacağım. Bu konuda küresel sosyolojinin neler yapabileceğinden bahsedeceğim.
Sosyoloji, klasik olarak, tarihsel olarak ulus devlet temellidir. Marx, Weber, Durkheim, teorilerinin analizlerinin merkezinde ulus devleti yerleştirmişlerdir. Küresel sosyoloji, bir şekilde bu figürlerin niyetlerini barındırmaktadır. Son dönemlerde öne çıkan bir kavramı “Kozmopolit Sosyoloji”yi ileri süren Ulrich Beck, ulus sınırlarını aşan ve tüm dünyayı kucaklayan bir sosyolojiden bahsetmektedir. Bununla birlikte, küresel sosyoloji, kozmopolit sosyoloji kavramları konusunda şüpheci ve dikkatli olmamız gerekmekte. Ulrich Beck‟in kozmopolit sosyolojisinin aslında Alman sosyolojisini işaret etmesi gibi. Bu nedenle bu kavramları tartışırken dikkatli olmamız gerekmektedir. Küresel sosyolojinin ulus devlet temelli olması nedeni ile son dönemlerde farklı kavramlar ortaya atılmaya başlanmıştır. Çoklu evrenselcilik (multiuniversality) bunlardan bir tanesidir. Wallerstein tekli evrensellikten ziyade çoklu (plural) evrensellikten bahsetmektedir. Bunu yaparken, dünyada en güçlü olanın geri kalanların sosyolojisini etkileyebilme ve belirleyebilme olasılılığını ortadan kaldırma amacını taşımaktadır. Avustralyalı feminist sosyal teorisyen Raewyn Connell, Güney Sosyolojisi (Southern Sociology) tarafından küresel sosyolojiye yeni bir cevap vermektedir. Kuzeyin karşısında yer alan sosyologları incelemekte ve bu sosyologların Kuzey tarafından göz ardı edildiğini ifade etmektedir. Connell, pratikte nelerin yapılması konusunda fazla bilgi vermemiştir. Benim bakış açıma göre, ulusal sosyolojiler olduğu kalacak, onları elbette ki değiştirmemek gerekmekte. Bununla birlikte tabandan hareket ederek, farklı ulusların sosyolojileri ve sosyologları arasında ilişkilerin geliştirilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyim. Küresel sosyoloji, bu şekilde yapılabilir. Ulusu ya da ulusal sosyolojiyi göz ardı ederek değil.
Şu ana kadarki konuşmam soyut düzeyde kaldı. Bundan sonra, küresel sosyolojinin nasıl olması gerektiği üzerine konuşacağım ve kendi çalışmalarımdan örnekler ile somutlaştırmaya çalışacağım. Ben bir etnograferim, katılımcı gözlem yapıyorum. Çok sayıda fabrikalarda çalıştım. 1968-1972 yılları arasında Afrika‟da Zambiya‟da bakır madeninde çalıştım. Benim ilk çalışmam dört sene sürdü. Sömürge sonrası Zambiya‟da bakır endüstrisinde neler olduğu ve bu dönüşüm içinde sınıf ve ırk ilişkileri nasıl değişim gösterdi bunu incelemeye çalıştım. Zambiya‟da yaptığım bu çalışma aslında ulusal sosyolojinin bir örneği olarak değerlendirilebilir. Ben 1972 yılında oradan ayrıldığımda her şey giderek daha da kötüleşmeye başlamıştı. Bakır endüstrisinde düşüş oldu ve Zambiya‟nın ekonomisi bu madene bağlı olduğu için kötüleşti. IMF‟nin politikalarının uygulanması sonucunda yoksulluk ve işsizlik arttı. 1970‟li yıllarda ülkede hakim olan durum bu idi. 1972‟den sonra Chicago‟ya geldim ve Chicago Üniversitesi‟ndeki doktora çalışması yaparken 1974-1975 yılları arasında yarı nitelikli işçi statüsünde makine operatörü olarak çalıştım ve burada yönetim ve emek arasında uyumlu ilişkilerin olduğunu gördüm.1974‟ten sonra geriye dönüp baktığımızda, dünyadaki rekabet yüzünden Güney Chicago‟daki bakır endüstrisinin çökmüş olduğunu görüyoruz. Bununla beraber daha önceki kuvvetli sendikaların artık kuvvetli olmadıklarını görüyoruz. Buralarda bir gecekondulaşmanın olduğunu ve Afrikan Amerikalıların şehir merkezlerinden kovulup buralarda yerleşmeye başladıklarını görüyoruz.
Bahsetmiş olduğum Güney Chicago ile ilgili durumlar aslında ulusal bir bağlam içinde değerlendirilebilir. Fakat küresel kuvvetlerin de ne derece etkili olduklarını buradan çıkarmak mümkün. Kapitalizm ve rekabet ilişkileri nedeni ile ortaya çıkan durumlar. Buna ek olarak Polonya gibi sınıf bilincinin yüksek olduğu ülkelere de bakmak ihtiyacı hissettim. Bu nedenle Macaristan‟a gittim. Sosyalist bir devletin ne demek olduğunu düşünmeye başladım. Sınıf bilinci nedir? Bütün bu yaşananlar 1980‟lerde oluyor hala sınıf tartışmalarının olduğu zamanlar ve bu dönemde ben bir şampanya fabrikasında çalışmaya başladım. Çünkü çalışan bu sınıfın içinde olmak istedim. Ondan sonra tekstil fabrikasına geçtim. Daha sonra makine üreten bir fabrikada çalışmaya başladım. Bunların sonunda hayalim gerçekleşti ve bir çelik işçisi oldum. Bu işçiler, çalışan sınıfın tam merkezinde olanlardı. Böylelikle, buradaki işçi sınıfı ne demektir ve bu sınıfın Zambiya‟daki Amerika‟daki işçilerden farkı nedir öğrenmek istedim.
1989‟da ben Macaristan‟dan ayrıldığımda ise, devlet sosyalizm çözülmeye başladı. Önceleri acaba demokratik bir sosyalizme doğru bir geçiş mi yaşanacak diye merak ettim ama kapitalizm ortaya çıkmaya başladı. Chicago‟daki Zambiya‟daki işçilere ne oldu ise buradaki işçilere de o oldu. Özelleştirme politikaları nedeni çok sayıda işçi kovuldu. Ben Macaristan‟a kapitalizmi değil; sosyalizmi çalışmaya gittim. Burada yaşanan değişmeler nedeni ile yeni bir sosyalist ülke bulmam gerekti ve bunun üzerine Sovyetler Birliği‟ne gittim. 1990‟da değişik fabrikalarda çalıştım, mobilya fabrikasında, plastik fabrikasında. Fakat 1991 yılında Yeltsin yeni düzene desteğini bildirdi ve 1991 yılı ağustos ayı sonlarında Sovyetler Birliği artık yıkılmıştı. Kuzey Rusya‟da çalışırken Sovyetler Birliği‟nin yıkılması ile birlikte sosyal ve ekonomik yapının nasıl çöktüğünü doğrudan gözlemleme imkanım oldu. Rusya bu çöküş ile birlikte bir aile merkezli toplum haline gelmeye başladı. Ayakta durmayı sağlayanın ise kadın olduğunu gördüm. Kadın, ekonomik üretimi belirlerken, erkekler kaynak ve parayı kontrol ediyor.
Ben nereye gitsem durum kötüleşiyordu, bunlar benim suçum değildi. Şu ana kadar bahsettiğim ülkelerde- Zambiya‟da, Amerika‟da, Macaristan‟da ve Rusya‟da yaşananlar aslında küresel pazarın oluşumu ile ilgilidir. Bu nedenle küresel sosyoloji önemli ve bu sosyoloji küresel pazarı ve değişimleri dikkate almak zorundadır. Bu yüzden sosyolog olarak küresel bir tablo oluşturmak zorundayız. Konuşmanın geri kalan kısmında bundan bahsedeceğim.
1970‟lerde yeni bir sürecin içine girmiş bulunmaktayız. Ben bu süreci üçüncü dalga Pazar olarak değerlendiriyorum. Ülkelerin bu gelişmelere tepkileri de farklı oldu. Bolivya‟da, Brezilya‟da, Küba‟da en genelde Latin Amerika‟da hafif sosyalizm ile tepki dile getirilirken; bazı ülkelerde gözlemlenen İslamlaşma da bir tepki olarak kabul edilebilir. Peki, sosyologlar olarak bunu nasıl anlamalıyız, nasıl anlamlandırmalıyız?
Karl Polanyi 1944‟teki Büyük Dönüşüm isimli çalışmasında Pazar oluşumunu aslında insanlığa ne kadar zararlı ve tehdit edici bir unsur olduğunu ifade eder. Polanyi bu konuyu açıklarken ilk olarak, pazarların da sosyal desteğe gereksinim duyduğunu belirtir. Sosyal destek olmadan Pazar oluşamaz. Bundan aslında Durkheim da bahsetmişti ama Polanyi bu konu üzerine daha fazla vurgu yapmaktadır. İkinci olarak ise, Pazar oluşumu sadece sosyal desteğe değil aynı zamanda politik olarak da inşa edilmeye de gereksinim duymaktadır.
Sovyetler Birliği bunu yapamamıştır. Aksine Çin bu konuda oldukça başarılıdır. Üçüncü olarak ise Polanyi, pazarın fazla büyümesi ve oluştuğu sosyal bağlamdan çıkması durumunda yıkıcı olmaya başladıklarını belirtir. Bu noktada ise pazara yönelik olarak karşı hareketler ortaya çıkmaktadır. Bu karşı hareketler farklı biçimlerde olabilir. Bununla birlikte Polanyi, bütün bu karşı hareketleri devletin pazarın fazla gelişmesine karşılık toplumu organize etmesi olarak değerlendirmektedir. Polanyi, Hayali Mallar ile, malın kendi kullanım değerini kaybetmesini ifade etmektedir. Peki, bu hayali mallar nasıl ortaya çıkar: para emek ve doğa hayali mal olarak ortaya çıkmaktadır. Emeğin hiçbir koruma olmadan sömürülmesi, alınıp satılması, doğanın da aynı şekilde sömürülmesi ve insanın yararına hizmet etme kapasitesinin tüketilmesi, paranın da meta haline gelmesi kapitalist pazarlar için büyük sıkıntılar yaratmaktadır. Bunlar, Polanyi‟nin katkıları, fakat Polanyi bunu 1944‟de söyledi ve içinde yaşadığı zaman diliminde pazarın son dalga içinde yer aldığını ifade etmekte idi. Günümüzde ise bizler üçüncü dalgayı tecrübe ediyoruz. Bu nedenle bizler bu dönüşümü anlayabilmek için Polanyi‟yi yeniden okumak durumundayız. Polanyi‟ye göre 1800‟lü yıllarından sonunda başlayıp 1930‟lara kadar geçen sürede birinci, dalga Pazar oluşumu gerçekleşmiştir. Bana göre ise bu süreç içinde iki dalga söz konusudur. 1890‟larda İngiltere‟de başlayan ve emeğin sömürülmesi üzerine kurulan bir dalga var. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı‟nın hemen arkasında para etrafında gerçekleşen bir dalgalanma var. İkinci Dünya Savaşı‟ndan sonra ise ulus devletlerin paranın meta haline gelmesi ve pazarın büyümesine karşı hareketleri ortaya çıkmaktadır. 1974‟te petrol krizi ile birlikte üçüncü dalga Pazar oluşumu gerçekleşmektedir. Biz şu anda hala bu üçüncü dalganın ortasındayız. Buradaki hayali mal doğadır. Doğanın sömürülmesi karşısında alternatif bir kaynak henüz bulunmamakta. Finansal krizler için alternatif çözümler var ama bunu doğa için genelleyemeyiz. Peki, doğanın sömürülmesine meta haline gelmesine karşı olarak yeni bir hareket ne zaman gerçekleşecek? Bu hareketin küresel nitelikte olması gereklidir. Sosyologların bu üç unsurun (para, emek ve doğa) meta haline gelmesi ve doğanın sömürülmesi konularında gözlerini açmaları ve bu sorunu anlamaları gerekmektedir. Bu sadece ulusal değil, uluslararası düzeyde olmalıdır. Zaten doğanın metalaşması da uluslararası nitelik taşımaktadır. Buna ek olarak Polanyi‟nin unuttuğu bir başka unsur daha bulunmaktadır. Meta haline gelen bu dördüncü unsur „bilgi‟dir. Bilgi artık, özelleştirilmiş mal haline gelmiştir. Afrika‟da ve orta Doğu‟da üniversiteler özelleşiyor. Pek çok yetenekli bilim insanları araştırma şirketlerinde çalışmaya başladı ve üniversiteyi bıraktı. Bu bilginin metalaşması, üniversitenin ticarileşmesi ve üniversitenin belirli bir biçime sokulması süreçleri ile birlikte yaşanan bir gelişmedir. Bologna süreci ile üniversiteler giderek özerkliklerini kaybediyorlar. Sosyologların ve herkesin üniversitenin ne olduğunu düşünmesi gerekmektedir. Bugün üniversite için yeni bir anlayışa gerek vardır: Halk üniversitesi. Halka yönelik bir üniversite olmalı. Çünkü bu dalgalanmaya karşı bir hareketin olması gerekiyor ve sosyologlar bu konuda görev almalıdır.
Bunlar benim son sözlerim. Gökçe‟nin yaptığı konuşma ile Dernek olarak 20 yıldır neler yaptığınızı öğrendim. Bu yaptıklarınız halk üniversitesi vizyonunu yansıtıyor. Bu anlamda çok önemli. Çok teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder