16 Mayıs 2012 Çarşamba

Gölgeler Koridoru

Sadık Yalsızuçanlar

Gölgeler Koridoru türünden hikayeler ve bir tür çağdaş menkibe diyebileceğim pür hikmet ve ibret dolu bu eserler, insandaki Hak ve hakikat iştiyakını güçlendirdiği için çok işlevsel ve yararlı oluyor.

Türkiye okurunun ‘Su Üstüne Yazı Yazmak’la tanıdığı Muhyiddin Şekur’dan yeni bir kitap geldi: Gölgeler Koridoru. Yeni bir haber, yeni bir mektup gibi geldi. Gölgeler Koridoru’nu bir çırpıda okudum. Çeviri için Öykü Özer’i kutluyorum.


Sufi Kitap, Şekur’un, Su Üstüne Yazı Yazmak gibi, bir tür özyaşam öyküsel bir hikaye olan Gölgeler Koridoru’nu yayımlamakla gerçekten güzel, bereketli bir iş yapmış. Hak iştiyakıyla sancıyan ruhlara bir Hızır gibi yetişiyor kitap. Gerçi kitapla iş bitmiyor. Hatta kitap da bu yolda engel olabiliyor. Ama Gölgeler Koridoru türünden hikayeler ve bir tür çağdaş menkıbe diyebileceğim pür hikmet ve ibret dolu bu eserler, insandaki Hak ve hakikat iştiyakını güçlendirdiği için çok işlevsel ve yararlı oluyor.

Şekur, Ohio, Cleveland doğumlu. Çeşitli akademik görevlerde bulunmuş. Şimdilerde İstanbul’da konuk öğretim üyesi olarak görev yapıyor. 1973 yılında ABD Kent Eyalet Üniversitesi’nde psikolojik danışmanlık dalında doktora derecesi almış. Uzun yıllar New York Eyalet Üniversitesi’nde eğitim danışmanlığı doçenti olarak çalışmış. ABD’de ve başka ülkelerde öğretmen ve uygulayıcı olarak bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında ders vermiş, akıl sağlığı alanını konu edinen yazılar yazmış. İslam tasavvufuyla tanışmış. Kutsal toprakları defalarca ziyaret etmiş, Doğu’da uzun geziler yapmış. Bosna savaşında çocuklara psikolojik rehberlik hizmeti vermiş. Şekur, gerek Su Üstüne Yazı Yazmak gerekse Gölgeler Koridoru’nda bütün bu gezilerini, seyahatlerinde tanıdığı arifleri ve manevi öyküsünü samimi, içten bir dille anlatıyor. Gölgeler Koridoru, özellikle Türkiye’deki, Konya ve İstanbul’daki bazı ziyaret ve manevi hallerini de öykülüyor. İlk elden dikkatimi çeken, bilhassa Konevi ve Hz. Pir’in huzurlarında, ziyaretine gittiği zevatın ruhaniyetlerinin tecelli edişi. Ariflerin yüzlerindeki tebessümü görüşlerini bile ayrıntısıyla anlatıyor Şekur.

Hakikate açılan pencereler

Su Üstüne Yazı Yazmak’ı, Timaş, - The Writing on the Water adıyla - İngilizce aslıyla da yayımlamıştı. Okurun hayli ilgisini çeken ve gönlüne irfan aşkı düşmüş gençler üzerinde hayli etki uyandıran bu kült kitaptaki serencanım derinleşerek sürdüğünü görüyoruz Gölgeler Koridoru’nda. Kitabın adı yine Kurani bir istiareden süzülüyor. Furkan Suresi’ndeki ‘Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı’ ayetinden mülhem olan Gölgeler Koridoru’nda Şekur, görünmeyen dünyayı keşfetme tecrübelerini daha ileriye taşıyor. Görünene odaklanıldığında kolayca üzerinden atlanıp geçilebilen sıradan olayların, görünenin ötesine nüfuz edildiğinde hakikate uzanan bir nişaneye dönüştüğünü gösteriyor. Gölgeler Koridoru, insana önce kendi bâtınına, enfüsî âlemine, sonra dış dünyadaki olayların iç yüzüne, yani aslında hakikate dair bir kavrayışa nasıl ulaşılabileceğine dair küçük ama etkileyici denemeler yaptırıyor. Bazen bir gece yürüyüşünden, bazen bir ateşböceğinden, bazen bir veranda inşaatından, bazen insanlığı tarif edilmez acılara sürükleyen savaşlardan yola çıkarak bakışımızın nereye odaklanması gerektiğine yönelik hatırlatmalarda bulunuyor. Gölgeler Koridoru, hakikat yolcularının kaçırmaması gereken bir roman. Âdeta karanlıkta kalan insana yolunu gösteren bir ‘altın iplik.’ Şekur, Kuran’ın ve Efendimiz’in (sav) manevi ikliminde yaşıyor. Gerek Rufai meşrebi gerekse tanıştığı ve manevi açıdan gıdalandığı farklı meşreplerdeki arifler onu hep Kuran’ın kalbine taşıyor. Gölgeler Koridoru, bir prologla açılıyor: 

‘Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri...’ Ve bir epilogla sonlanıyor : Bindokuzyüzdoksanlı yılların ikinci yarısında, Saraybosna’ya gidiş gelişleri, savaşın Bosna halkında açtığı derin yaralar ve acılar arasında yaşadıkları ve Şeyhinin nasıl gönlünü okuyarak ruhuna Kuran’dan ve Peygamberimizin hayatından ümit nurları düşürdüğü konu ediliyor. Şekur anahtar cümleyi burada söylüyor : ‘Marifetullaha ulaşabilmek için insanın gönlünde aşk olmalı.’

İrfanî anlatılara ihtiyacımız var

Şekur’un hikayesinin tümünü okuduktan sonra gönlüme, Yunus Emre’nin dizeleri geldi: ‘Şeriat tarikat yoldur vara, marifet hakikat andan içeru...’ Ve İbn Arabi’nin belirlemesini hatırladım: ‘Şeriat, Hakikat’in örtüsü veya perdesi değil, bizatihi kendisidir. Hakikate nüfuz edebilmek için şeriata nüfuz etmek zorunludur.’ Muhyiddin Şekur, uyanışını, kendisini Hakk’a vasıl edecek yolu buluşunu ve bu yolculuğun soluk kesici hikayesini iki kitabında anlatmayı sürdürüyor. Bu hikayenin sonu yoktur. Uğrakları, tanıdığı insanlar, ziyaret ettiği makamlar, huzuruna vardığı arifler, onlardan aldığı dersler ve katıldığı zikir meclisleri bu yolculuğunda yaşadığı hallerin yerleri. Onları o kadar samimi bir biçimde anlatıyor ki, kitabı bu yüzden hikaye mi, roman mı, menkıbe mi, anlatı mı nasıl niteleyeceğimizi şaşırıyoruz.

Bu da aslında önemini yitiriyor. Çünkü herkesin biricik olan hikayesi, yine o maceranın içeriğine ve anlatanın mizacına bağlı olarak kendine yakışan bir dili ve kurguyu üretiyor. Ama bizim modern düşünme ve edebiyat ortamımızın böylesi irfani anlatılara ihtiyacı olduğu kesin. İçimizde manevi bir rüzgar estirecek, bizdeki Hak aşkını artıracak anlatılara. Şekur’un Gölgeler Koridoru bu anlamda gerçekten defalarca okunabilecek, her okunduğunda ayrı bir neşve duyulacak bir kitap. En’am suresinden yaptığı alıntıdaki gibi, ‘O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmüyor...’ alemde. Hikaye, kendi kişisel algısının ve bireysel doğasının sınırlarını taşmak isteyen ve bunu başaran bir salikin hikayesi. Şekur bütün bu kozmik hikayeyi, kendi tecrübeleri içinden anlatıyor. Özel bir kurguya ihtiyaç duymuyor. Kendi öyküsü, yine kendi tabii mecrasında seyrederken anlatılmış oluyor. Bu da ancak acı çekenlerin başkalarına yardımcı olabileceğine ilişkin kanaatimizi pekiştiriyor.

KİTAPTAN ...

‘(...) Tekrar tekkeye girdiğimde ezanın son nağmeleri duyulmaktayken camdan dışarı baktım. Gözlerim manzaraya kilitlenmişken gökte parlak bir yıldız zuhur etti. Bana öyle geliyordu ki, benimle sohbet eden bu yıldızın pırıltılarıyla ezan arasında tarif edemediğim bir rabıta vardı. Bu pasparlak yıldız, ezan hitam bulur bulmaz gözden kayboldu. Bu hadiseler, bana Ramazan ayının bitmekte olduğunu haber veriyordu. Parlayıp sönen ve titreşen bu ışıklar vesilesiyle bana, Allahu Azimüşşan, dualarımı kabul ettiği ve beni dosdoğru ve incelikli bir yoldan yürüterek maksuduma vasıl etmiş olduğunu bildiriyordu. Ramazan’ın son gecesinin aksine, Mafsad hocanın bizi ziyaret ettiği gece, gökyüzüne ta boynum ağrımaya başlayana dek ümitle baktım. Fakat hiçbirşey görmedim. Hal böyle olunca tekkeye geri dönmeye karar verdim. Ama kapıya yönelmemle birlikte ne yöne baksam karşımda yanıp sönen ateşböcekleri gördüm. Başından beri orada oldukları halde, nasıl olduysa görmemiştim onları. Ama sonra, birdenbire görüvermiştim işte. İçim hayret ve şaşkınlıkla doldu. Nasıl olurdu da bu mahlukları görmezdim. Neden gelmişlerdi? Bu sorulara cevap ararken, kendimi hâlâ aptal gibi hissediyordum. O gecenin daha erken saatlerinde, karanlıkta durup sanki galaksiler arası mesafeler görüş menzilimdeymiş gibi gözlerimi gökyüzüne dikmiştim. Oysa harikulade varlık, benim yanıbaşımdaydı. (...)’ (87-88)

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı