11 Haziran 2012 Pazartesi

Türk Düşüncesinde “Mani-i Terakki” Meselesi

Necmettin Doğan, İstanbul Ticaret Üniversitesi


Özet: İlerlemeye engel oluşturan unsurlar meselesi, özellikle Ernest Renan’ın bu konuda dile getirdiği iddiaların da etkisiyle 19. yüzyılın son çeyreğinde tüm İslâm coğrafyasında gündemi işgal etmişti. İlerleme ve İslâm arasında Oryantalist bir çerçevede kurulan ilişki, 20. yüzyılda sosyal bilimlerde de farklı teorik anlayışlar içerisinde kendisine yer buldu. İlerlemeye engel olan hususları bulmak sadece devleti kurtarmanın hal çarelerini aramış olan Osmanlı aydınına has eski bir mesele olmakla kalmamış, bir çok modern Türk entelektüel ve akademisyen de aynı konuda çeşitli mülahazalarda bulunmuştur. İlerleme ve gelişme meselesi hala tüketilmiş değildir ve bu konuda ortaya konacak özgün teorik yaklaşımlara olan ihtiyaç da devam etmektedir.

Türk düşüncesini son iki yüzyılda en çok meşgul eden mesele eski deyişle “terakki etmenin hal çarelerini” bulmak oldu. Bu bağlamda ortaya çıkan tartışmalar Cumhuriyet döneminde de devam etti. 1960’lı yıllarda dönemin entelektüelleri daha çok sol kavramlar üzerinden aynı konuyu yoğun bir biçimde tartıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında modernleşme teorilerinin etkisiyle bu konu daha enternasyonel bir karakter kazandı; bundan Türk akademyası da payını aldı. Yakın bir geçmişte basın ve yayın organlarında gündeme getirilen “Kalvinist Müslüman İşadamları” ve “İslam ve İlerleme” tartışmalarını göz önüne aldığımızda, üzeri biraz küllenmiş olsa da bu meselenin Türk entelektüeli nezdinde önemini hala koruduğunu söyleyebiliriz. Bu sebepten dolayı Türk düşünce tarihinde “mani-i terakki” meselesine dair serdedilen görüşleri değerlendirmek anlamlı bir iş haline gelmektedir. Bu makalede “ilermeye engel hususlar” meselesinin Türk düşünce tarihindeki yerini betimleyerek, bu tartışmanın daha çok oryantalist yaklaşımlar tarafından şekillendirildiğini ileri süreceğim.

Osmanlı Düşüncesinde İlerleme

Osmanlı İmparatorluğu’nda terakki meselesiyle ilgili tartışmaların arkasında, sonraki tartışmalara da şeklini veren devleti kurtarmak meselesi vardır. Bu dönemden itibaren Batı, “idare-i umur-i mülkiye ve askeriyenin” iyileştirilmesi için bir örnek teşkil etmiştir. Bu sebeple daha Lale Devri’nde Osmanlılar batılılar ile yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bu dönemde “İbrahim Paşanın nüfuzu nazarı ve tedabiri siyasiyesi tesiriyle Paris ve Viyana’ya gönderilen sefirler vatanlarına avdetlerinde Avrupa medeniyetinin asarını tamime çalışmışlar, sefirlerle düşüp kalkmışlardır” (Karal,1999:15). 18. yüzyılda kaleme alınan çeşitli seferatnameler ve seyahatnamelerde de öne çıkan husus askeri konulardır. Ebubekir Ratif Efendi’nin seyahatnamesinde geçen “Avrupa devletlerinin mecmu’unda cenk için mahsus mektepler vardır(…)Ol mekteblerde san’at ve ilm ü ma’rifet gibi harbe müteallik her ne kadar ilm ü fen ve marifet ve san’atlar var ise anı talim ederler” (Hanioğlu, 1989:10) cümleleri, bir Osmanlı devlet adamının meseleye bakış açısını çok iyi özetlemektedir. Hanioğlu’nun çok başarılı bir şekilde aktardığı gibi Osmanlı devlet adamları zamanla Batı ilmine ve fennine hayranlık duymaya başlamışlar, söz konusu gelişimin ona karşı çıkanları yıkacak bir olgu olduğunu anlamışlar ve kendi yapılarının ve düşünce sistemlerinin Batı sistemi karşısında son derece zayıf olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim “ehl-i İslamın kefereye taklidi yakışmaz denür ise şeklinde başlayan ifadeler, daha sonra zorunluluk nedeniyle Batıya yönelmenin gerekeceği şeklinde sözlerle sona ermekte”(…) üstünlüğün nedeni de “ulum ve fünun” olarak belirlenmektedir.(Hanioğlu, 1989:14-16). Fakat 1840’lı yıllarda bile hala, Osmanlıların Batı karşısında aldıkları mağlubiyetlerin sebebinin batılıların üstünlüğünden yahut Osmanlı insanın eksikliğinden kaynaklanmadığı özellikle vurgulanmaktadır.

Herkesin bildiği ve bu aciz-i bi-idrakin fehm edebildiği üzre, Avrupa vilayetlerinin bu vechile muntazam olması ve onlarda her türlü emti’a ve tuhefanın husule gelmesi, Frengistan’ın havası itidal üzre olup da, arazisinin münbit ve mahsuldar olmasından icab etmeyip, bu Avrupa kıt’asında İtalya ülkesinden başkasının ne havasında letafet ve ne de hakinde bereket olup, yalnız fünun ve marifet kuvvetiyle meydan almış olmalarıyla, şimdi bu beyan olunan, yani ibtida-yı zuhuru canib-i İslamiyandan olmasıyla irs-i sahihimiz olan ilim ve kemal eğer kemafi’s-sabık memalik-i İslamiyye ahalisine ta’mim olsa, o halde, çünkü bilad-ı İslamiyyenin mevru’i rub’ı meskununun en güzide mahalli oluğ ve be-tahsis Cenab-ı Hakkın mahsa ümmetliğiyle mühabi olduğumuz Habib-i Ekrem’i hürmetine hava ve hakimize ihsan buyurduğu feyz ve bereket cihetiyle bilcümle arazimiz münbit ve mahsuldar ve ahali ve halkımız zaten fıtraten erbab-ı zeka ve ferasetten bulunduğu nümüdar olmakla bu surette Avrupalıların katı çok zaman ve emek ile vücuda getirdikleri her türlü nizam ve sanayi pek az vakit içinde milletimize dahi münteşir olup…(Kapla-Enginun-Emil, 1974:83).

18. yüzyıl boyunca askeri alanda yapılan yenilikler istenilen neticeyi vermeyince, ıslahat meselesi daha farklı boyutlar kazanacaktır. Tanzimat Fermanı “usul-i atikayı” bütün bütün “tağyir ve tecdid” etmekten bahsederken, bir sonraki kuşağın temsilcisi Fuat Paşa (1815-1869) herhangi bir devletin artık Avupa’da varlığını sürdürebilmesi için gerekli ve zorunlu olan siyasi ve idari kurumları İslamlığın güvenliği için bir an önce benimsemekten ve geçmişle ilişkiyi kesmekten dem vurur. Bu söylemin arka planında ise “devlet-i Aliyye’ye bir hal olursa, din ve milletimiz tamamen sahipsiz kalır ve birliği berbat olur” korkusu ile “ihtiyacat-ı zamaniyeyi” takip etmek luzumu vardır. Bu aşamada kanun ve nizam ile terakki arasında birebir ilişki kurulması önemli bir zihinsel değişim olarak kabul edilmelidir. Sadık Rıfat Paşa’ya göre (1807-1858) “Avrupa’nın şimdiki sivilizasyonu uyarınca ilerlemek herkesin can ve mal ve ırz ve itibarı hakkında emniyet-i kamilesinin istihsaline, yani hukuk-ı lazıme-i hürriyetin gerektiği gibi uygulanmasına bağlıdır.” (Çetinsaya, 2001: 55-61). Islahat Fermanı yukarıdaki cümlelerin bir şekilde tecessüm etmesiydi. Nitekim Cevdet Paşa bu konuda “elhasıl bir Islahat Fermanı’nın tanzimi icab-ı hal ve zamaneden olup bunu Reşid Paşa ve sair erbab-ı politika tasdik etmekte oldukları halde bazı mevadd-ı mündericesinin ta’dili mümkin iken vükelay-i hazira Avrupalılara hoş görünmek için bol doğradılar ve tedricen vakt-u zaman ile yapılacak şeyleri def’aten ilan ettiler” (Cevdet Paşa, 1991: 74). diyerek yapılan reformların arka planına işaret etmekte, aynı zamanda reformlara karşı alttan alta bir tepkinin oluştuğunun da altını çizmektedir. 1859 yılında patlak veren Kuleli Vak’ası Fuad ve Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni yıkmaya çalışan büyük güçlerle işbirliği yaptıklarına inanan ulema ve askerlerin bir tepkisiydi (Mardin, 1996: 26). Söz konusu arka plan bir sonraki kuşağın zeitgeist’ı hakkında bir fikir verdiği gibi, ucu bugüne kadar uzanan siyasi ve düşünsel geleneklere de işaret etmektedir.

Yeni Osmanlılar hareketi de, Kuleli Vak’asına önderlik edenlerle benzer motivasyonlarla, memleketin sorunlarını çözmekte yetersiz kalan ve giderek Avrupa’lıların etkisinde kalan Bab-ı Ali’ye karşı bir söylemle ortaya çıkmıştı (Petrosjan, 1969: 99). Yeni Osmanlılar’ın meşruti idareyi İslami prensiplerle desteklemelerinin de muhtemelen Tanzimat reformlarına karşı ortaya çıkan tepkilerle yakından alakası vardı. Batı’da İslam ve ilerleme ile ilgili olarak ortaya atılan bazı iddialar, Osmanlılar arasında da yankı bulmaya başlayınca, Yeni Osmanlılar bu konuda daha somut ve savunmacı bir tavır geliştirdiler. Renan’ın Islam’ın ilerlemeye engel bir din olduğu iddiası ve bu iddianın Osmanlı entelektüel ortamında yarattığı tartışma iyi bilinmektedir. Namık Kemal’in “Renan Müdafaanamesi” Islam’ın ve Osmanlıların nasıl da ilerlemeye açık olduklarını ıspata matuf olarak yayınlanan ilk eserlerdendir. Namık Kemal, Renan’ın “İslamiyet ve Maarif” isimli hitabına bir cevap vermek üzre kaleme aldığı risalesinde, yanında Renan’ın iddiasını çürütecek kadar kitap olmadığından dolayı, Renan’ı kendi kitabından yola çıkarak çürütmeye çalışacağını söyler ve Renan’ın düşüncelerini anlamak için onun yaşamını kısaca gözden geçirmek gerektiğini ifade eder (Namık Kemal, 1326: 2).1 Bununla Renan’ın genel olarak dinlere karşı ön yargılı olduğunu göstermek arzusundadır. Zira Renan’ın Hristiyanlığa bakışı, Namık Kemal’e göre ortaçağ Avrupa’sında sık sık söz konusu olan baskıcılıkla alakalıdır (N. Kemal, 1326:4). Namık Kemal daha sonra tarihte müslümanlar tarafından ortaya konan felsefi, bilimsel ve edebi başarılardan örnekler vermiştir. Bu meselenin uluslararası bir ilgiye mazhar olduğunu göstermesi bakımından zikredilmeye değer bir başka polemik de bir Alman yazar olan, Hans Barth tarafından kaleme alınmıştır. Barth da batılıların İslam konusundaki cahilliklerine vurgu yapıp, tarihte Türklerin ve müslümanların ortaya koydukları bilimsel ve edebi başarıların altını çizererek, Kuran’ın ve Türklüğün terakkiye muktedir olduğunu iddia ederken, (Barth, 1898: 254). Ziya Paşa bu tartışmayı Terkib-i Bend’inde aşağıdaki dizeleri ile şiirselleştirmişti.

İslam imiş devlete pabend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı (Ziya Paşa, 1999)

Mezkur tartışma II. Meşrutiyet döneminde daha ateşli bir hal alarak, batıcılar, milliyetçiler ve islamcılar arasındaki en önemli tartışma konularından biri olarak temayüz etti. Batıcılığın en aşırı temsilcisi olan Abdullah Cevdet terakki edememeyi doğulu düşünüş biçimi ve yozlaşmış geleneklerle açıklamıştı. Ona göre bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak olan güç dünya işlerini hükmü altına alan din-devlet bileşimi sistemidir (Berkes, 2003: 412). Abdullah Cevdet çeşitli dergilerde yazdığı makalelerde de dinin modernleşmenin ve toplumsal ilerlemenin önünde en büyük engel olduğunu vurgulamış, bu sebepten dolayı da dinin bilime uygun hale getirilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu akımın önemli temsilcilerinden biri olan Kılıçzade Hakkı da yazdığı kısa öykülerde söylemini, geleneksel değerlerin temsilcisi olan ulema ve modern değerlerin mümessili tıp öğrencileri arasındaki gericilik-ilericilik dikotomisi içerisinde kodlamıştı (Hanioğlu, 1997: 136-147). İslamcılar bu iddiaları sert bir şekilde eleştirmişlerdi fakat, bir taraftanda bu iddiaların etkisinde kalarak İslam’ın ilerlemeye engel olmadığını göstermeye çalışıyorlardı. Bereketzade, Manastırlı, Mehmet Akif ve Ahmed Naim gibi İslamcılar, geliştirdikleri reformist anlayışı biraz da yukarıdaki tartışmaların etkisinde kalarak inşa etmişlerdi. (Debus: 1991: 108). Siyasi olarak Batı kurumlarına karşı çıkanlar olduğu gibi (Said Halim Paşa, 2003), pragmatik olarak Batılı düşünce ve teknolojiyi transfer etmek için eklektisizmi benimseyenler de vardı.(Hilmi, 1913). Fakat hemen hepsi İslam’ın terakkiye müsait olduğu konusunda oldukça ısrarcıydılar ve bu bağlamda İslam’ın ilk dönemlerinden bolca örnekler veriyorlardı. İslam mecmuasında da bir çok milliyetçi aydın, İslam’ın terakkiye engel olmadığını vurguluyordu. İslam’ın asli şeklini yeniden kazanması, İslam’da mündemiç olan terakkiye müsait unsurların önünün açılması için hurafelerden ve istibdattan kurtulmak gerektiği vurgulanıyordu. Milliyetçi aydınlar tarafından Türklüğün keşfedilmesi de gelişmenin yollarından biri olarak gösterilmekteydi (Arai, 2001: 192-193). Özellikle Rusya’dan gelen milliyetçi aydınların görüşleri, Türk milliyetçileri üzerinde etkili oluyordu. İkinci meşrutiyet döneminin nev-i şahsına münhasır isimlerinden biri olan Prens Sabahaddin ise problemi “teşekkülü ictimaimizde” görüyordu. Ona göre toplumun ilerlemesindeki engel din değil, cemaatçi olan toplum yapısıydı. Mevcut toplum yapısı eğitim ile ferdiyetçi ve şahsi teşebbüse açık hale getirilmeliydi (Sabahaddin Bey, 1334: 27-28).

Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte mesele daha farklı boyutlar kazandı. Muhafazakar kesim içerisinde, İkinci Meşrutiyet Devri’nde İslamcı ve Türkçüler tarafından dile getirilmiş düşünceler tekrar dolaşıma sokuldu. Fakat akademik düzeyde yapılan tartışmalar farklı boyutlar kazanmaya başladı. Oryantalistlerin İslam ve ilerleme konusunda ileri sürdükleri düşünceler, hem Yeni Osmanlılar hem de İkinci Meşrutiyet Dönemi İslamcıları tarafından reddedilmişti. Fakat oryantalistlerin açtığı tartışmalar, Osmanlı entelektüelinin gündemini de belirler hale gelmişti. Cumhuriyet döneminde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında oryantalizm, İslam ve ilerleme mevzusunda daha çarpıcı bir rol oynamaya başladı. ABD’nin 1945 sonrasında dünyada egemen güç olarak temayüz etmesi, sosyal bilimlerde yeni bir takım teorik arayışların manivelası oldu. 1950-60 arasında, Batı dışı toplumları çözümlemek üzere geliştirilen, aralarında bir takım farklılıklar da bulunan modernleşme kuramları, ağırlıklı olarak sosyolojik geleneğe dayanmakta ve büyük oranda klasik sosyolojinin yeniden yorumlanmasından neşet etmekteydi. Farklı sosyal bilim disiplinlerden faydalanılarak teşkil edilen söz konusu kuramlar, Saint Simon, Comte, Weber, Marx, Tönnies ve Durkheim’ın Batı toplumlarının gelişimini değerlendirirken ileri sürdükleri ilerleme ve aşama tahayyülünü tevarüs etmiştir (Coşkun, 1989: 289-304. Ayrıca Harrison, 1993:3). Oryantalizm artık sadece İslam hakkındaki geleneksel çalışmalara hakim olan bir paradigma değil, aynı zamanda Weberci ve Marksist yaklaşımları da etkileyen dayatmacı bir yaklaşım haline gelmişti. İslam’ın toplumsal yapsının incelenmesi açısından oryantalizm bir kaç basit önermeye dayanmaktaydı. Birincisi, dinamik hristiyan toplumlar ile yerinde sayan müslüman toplumlar arasındaki farklılığı vurgulayan ve İslam toplumlarına teşmil edilen durağan tarih anlayışıdır. İkincisi ise Müslüman toplumların durağanlaşmasının sebepleri arasında, özel mülkiyetin olmaması, genel bir köleleğin varlığı ve despotik yönetimlerin zikredilmesidir (Turner, 1991: 16-18). Söz konusu oryantalist kuramsal öncüller, Batı dışı toplumların modernleşmelerinin önündeki engelleri araştıran modernleşme kuramlarına ve bu kuramların etkisiyle yapılan tartışmalara tesir etmiştir. Bu etkiden Türk düşünürleri ve akademisyenleri de payını almıştır (Sezer, 1990). Özellikle İslam ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar söz konusu tartışmalardan ziyadesiyle etkilenmiştir. İslam, kapitalizm ve modernleşme tartışmalarına etkin bir biçimde katılan düşünür ve akademisyenlerin başında, Sabri Ülgener, Şerif Mardin, Niyazi Berkes, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Turhan, Kemal Tahir gibi isimler gelmektedir.

….

Makalenin tamami icin; tiklayiniz.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı