Galip ÇAĞ
Sonbaharın en gri
günlerinden birinde bu işe kalkıştım. Uzun süredir ertelediğim hâlde yine de
isteksizce geldim babamdan kalan bu eski eve. Müteahhitin son günlerdeki
aramalarından bunalmıştım. Dediğine göre uzun süredir kullanmadığımız eski
evimizin yerine büyük bir apartman dikmek mümkündü. Açıkçası hiç uğraşmak
istemiyordum ama en azından bir gidip göreyim, diye geldim buraya kadar...
Neredeyse 20 senedir
doğru dürüst gelmiyordum buralara. İstanbul ile Adapazarı arası pek uzak değil
ama iş güç derken ancak bayramdan bayrama düşüyordu yolum. Babamlar yanıma
geldiğinden beri artık o kadarı bile hayal olmuştu.
Evin önüne geldiğimde
önce giremedim bahçesine... Sıvaları iyice dökülmüş, pencere doğramaları
çürümüş, âdeta yaşlanmıştı tek katlı küçük ev. Eski usul yapılmış pencerelerin
kenarlarına ben küçükken düşmeyeyim diye çakılan tahtaların çivileri hâlen
duruyordu. Şaşırdım. Babam bunu anlatırken inanmamıştım nedense. Aslında o
zamanlara ait anlatılan birçok hadiseye o kadar yabancıydım ki... O kadar az
şey hatırlıyordum ki çocukluğuma dair.
Üç dört yaşlarındayım.
O zamanlar evimiz böyle metruk değil, bakımlı ve güzel bir bahçe içinde. Her
renkten gülün açtığı bir bahçe... Annemlerin her yaz bu güllerden yaptığı gül
suları ve reçellerin evi saran o naif kokusu geldi birden burnuma. O yaşlarda
gözüme devasa görünen bahçemizin şimdi fark ettiğim mütevazı hâlini düşününce
ister istemez bir tebessüm düştü dudaklarıma...
Girişteki beş-altı
basamaklı merdivene ulaşıyorum şimdi. Eski Osmanlı evlerinin cumbalarını
kuşatan mahremiyet simgesi ahşap bir kafes ile kapatılan bu merdiven, evin tek
girişini oluşturuyordu. Ya da ben bugüne kadar öyle zannediyordum.
Büyük ve ahşap bir
kapıdan giriliyordu eve. Kocaman bir kapı tokmağı, kocaman bir kilit ve kocaman
bir anahtar... Bu anahtar o kadar büyüktü ki öyle paspas altına falan
konulamadığı için annem onu girişte bulunan bodrum kapısının iç kısmına asardı.
Evimize ilk
girdiğinizde eskilerin sofa diye tabir ettiği bir boşlukta bulurdunuz
kendinizi. Babam genelde bisikletini burada bırakır, ayakkabılarını burada çıkarır
ve şimdilerde salon olarak kullanılan alanı karşılayan evimizin ilk kısmına
geçerdi. Benim de hatırlayabildiğim kadarı ile çocukluğum hep burada geçti.
Hemen hemen tüm oyunlarımı burada oynadım.
Evimizin tüm odaları
işte bu salona açılırdı. Burası âdeta bir toplanma alanı gibiydi. Yazın
serindi, kışın da sobanın kurulması ile evin en sıcak yeri. Zaten evdeki diğer
odalar neden vardı, o çocuk aklımla anlayamazdım.
Dört yaşlarındayım.
Annem yok evde. Benden bir yaş büyük ablam uyuyor. Yüzüm sokak kapısına dönük,
oyuncaklarımla meşgulüm. Arkamdan gelen bir sesle irkiliyorum. Ses mutfaktan
geliyor. Korkuyorum ama çocukça bir tavırla ilerliyorum mutfağa. Kapı
deliğinden bakıyorum, içeri girmeye cesaretim yok. Gördüklerim rahatlatıyor
beni. Arka evde oturan komşumuz Naciye Teyze içerideki. Girmiyorum mutfağa ve
dönüyorum oyunuma, diğer yandan da düşünüyorum. "Ben evin tek girişinin
hemen önünde otururken Naciye Teyze içeriye nasıl girdi ki?" Garip ama
durmuyorum üzerinde.
Bu, başka anıları
tetikliyor. Sanırım beş yaşındayım. Yine aynı yerdeyim, bu kez babamın
bisikletinin dişlilerine nasıl olduysa parmağımı kaptırmışım. Elim kanıyor.
Annem telaşlı. Evde kimse yok. Arka evdeki Naciye Teyze?ye sesleniyor. Biz kapı
önündeyiz ama Naciye Teyze mutfaktan çıkageliyor. Bir yandan elim kanıyor diğer
yandan kafam karışıyor. Naciye Teyze nerden giriyor ki bu eve?
Beş yaşındayım,
taşınıyoruz. Bir at arabasının hiç güven vermeyen konforunda düzensiz bir
sarsıntı ile uzaklaşıyoruz evimizden, annem ağlıyor. Hâlbuki sonradan
taşındığımız ev çok daha konforlu diye geçiriyorum içimden ve burada kesiliyor
bu eve dair görüntüler.
Şimdi otuzlu
yaşlardayım ve yıkıp yenisini yaptırmak için geldiğim o eski evimizin eskiden
bana devasa görünen ama aslında küçücük olan bahçesindeyim. Gördüğüm her nesne
bir paslı kilidi açıyor zihnimin yıllardır açılmayan kapılarında. Ne de olsa
beş yaşında ayrılmıştım buradan. Sadece sıklıkla vakit geçirdiğim sokağı
hatırlıyorum. Bahçe bana yasak o yaşlarda, çünkü sürekli bir şeyler ekiliyor
şuncacık yere: domates, biber, mısır... Ama artık bahçe bana serbest. Arka
bahçeye geçiyorum. Metruk, bakımsız, çatlak toprak teniyle eski bahçemizin her
köşesinde bir anı gömülü sanki. Kazıp çıkarmak isteği yok toprağın altında
kalanları, ancak üzerindekileri görmemek de mümkün değil.
Bahçenin hemen her
köşesini adım adım geziyorum. Her şeyi hatırlıyorum gördükçe. Bahçedeki incir
ağacını, eski tulumbayı, Naciye Teyzelerin evi ile bizim evi ayıran duvarı...
Şimdi bu duvarın dibine, yakın zamanda eskiyen çatının yıkılmasını engellemek için
sökülen kiremitler dizilmiş. Duvar pek gözükmüyor. Ama bir saniye! Naciye
Teyzelerin duvarında sonradan kapatıldığı belli olan bir giriş var. "Allah
Allah" der gibi sallıyorum kafamı kendi kendime. İnceliyorum dikkatlice,
evet evet bu bir kapı. Daha önce fark etmediğim bir giriş. Garip. Biz
taşındıktan sonra yapıldı herhâlde diye geçiriyorum içimden. Ya da sürekli
ekili olan bahçemizdeki mısırların arasından bu kapı göze çarpmıyordu. Kaldı ki
beş yaşına kadar bu bahçeye geçişim sayılı. Gördüysem bile hatırlamamam normal
diyorum kendi kendime.
Üzerinde çok durmadan
evimizin arka kısmına dönüyorum yüzümü. Garip, mutfak camının hemen altında da
bir giriş var. O da derme çatma bir usulle kapatılmış. İyice yaklaşıyorum,
dokunuyorum hatta. Evet, bu da bir giriş... İyice meraklanıyorum. Acaba bunu da
bizim eski kiracılar mı yapmıştı, bahçeye rahat çıkabilmek için? Sonra mutfağı
hatırlıyorum hayal meyal. Ninem vaktinin büyük kısmını burada geçirir, babamın
yaptığı sedirde sabahtan akşama kadar sessizce çektiği tespihinin hafif
şakırtısıyla birlikte bir şeyler mırıldanırdı. Ninemin bu hâli hep garibime
giderdi. Ama bir şey de soramazdık, zira çok konuşmazdı. Hep çileli, sıkıntılı
bir yüzü vardı. Ne ablam ne de ben sevmezdik mutfakta olmayı bu yüzden. Ama
duvardaki geyik motifli halıyı hiç unutmam, çünkü o geyik beni ürkütürdü, annem
"Yemeğini çabuk ye, yoksa seni o geyiğe veririm." derdi, korkardım.
Komik...
- Hayırdır evlat?
Belli etmemeye
çalışsam da irkilmemi saklayamayarak döndüm. Yan komşumuz Fahrettin Amcaydı
seslenen. Aman Allah?ım, ne kadar yaşlanmış! Tabi ya, yirmi senedir hiç
görmemiştim. İlk anda onun da beni tanımadığını düşündüm.
- Hayır, hayır,
Fahrettin Amca, bakınıyorum öyle, nasılsın, ne var ne yok? Tanıdın mı beni?
Elektrikçi Macit?in oğlu ben.
Bunları söylerken
kulaklarının artık iyi duymadığını düşündüğümden bağırmış olmalıyım ki
Fahrettin Amca eski aksiliği ile tersliyor önce:
- Bağırma, sağır
değilim!
Bunu söylüyor ve
bekle der gibi bir işaret yaptıktan sonra kendi bahçesinden bizim evin
bahçesine doğru yavaşça yürüyor. Birkaç dakika sonra yanıma geliyor.
Konuşmuyoruz bir süre. Sonra yeni fark ettiğim Naciye Teyzelerin duvarındaki
kapıya doğru ilerliyor. Dokunuyor sonradan örülen tuğlalara. Bana doğru
dönmeden:
- Hatırlamazsın sen
bu kapıyı, diye söyleniyor kendi kendine.
Şaşırmıştım çünkü
gerçekten de hatırlamıyordum bu kapıyı.
- Yaaa, bu kapılar ne
zamandan beri var Fahrettin Amca, diyorum, O önce bir iç çekiyor, ellerini
artık bükülmüş belinde birleştiriyor ve başlıyor anlatmaya:
- Bu kapılar elli
senedir burada evladım, tam elli senedir... Dedenlerle Makedonya?dan geldiğimiz
ilk zamanlarda hemen ev yapamadık bütün ailelere. Bir ev yaptık, beş aile
burada oturduk. Sonra ona bitişik bir ev yaptık. Ailelerden biri buraya ayrıldı.
Sonra onları diğerleri izledi. Böyle böyle herkes ev sahibi oldu. Ama
birbirimizden hiç kopamadık. Bitişiğe ev yapan herkes diğer evin bahçesine bir
kapı açtı. Böylece herkesin evi herkese açık oldu. Sonra bu kapılara komşu
kapısı demeye başladık. Bazen bir mahalleden başka bir tanesine sokağa hiç
çıkmadan gidebiliyorduk. Bana bir şey lazım olduğunda o kapılardan diğer
bahçelere geçip alabiliyorduk. Çünkü herkes birbirini tanıyordu, çünkü herkes
birbirine güveniyordu. Sonra büyüdük. Kalabalıklaştık. Bu kapılar yavaş yavaş
kapanmaya başladı. Çok kişi hatırlamaz bile!
Sustum, bir şey
söyleyemedim. Sadece kapılara baktım. Kapılara örülen tuğlalara bir kez daha
dokundum. Bu tuğlaların kalplere örüldüğünü düşündüm. Sonra zamanın bizlere
neleri unutturduğunu fark ettim. Üzüldüm, hüzünlendim. Bu evi yıkacağımı
düşündüm. Buraya gelirken yaptıracağım evi planladım kafamda. Şimdi anlamsız
bir suçluluk hissi dolmuştu gönlüme. Bir evden fazlasını yıkacakmışım gibi
hissettim.
Fahrettin Amca ile
vedalaşıp evin o eski demir kapısından çıktım, yine zorlukla kapatabildim paslı
kapıyı. Çocukluğumun geçtiği sokağın sonuna ancak gelebilmiştim ki birden bire
durdum. Kafamı hafifçe sağa sola sallayıp güldüm. Çünkü Naciye Teyze?nin
çocukluğumda ben görmeden mutfağa nasıl geçebildiğinin sırını da çözmüştüm. Bir
de duvardaki geyikli halıyı. Meğerse o geyik nasıl bir muhabbet kapısının
bekçisiymiş de biz fark edememişiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder