13 Mayıs 2013 Pazartesi

Doğu ve Batı Arasında Kara Kitap

Murat DEMİRCİ
Değirmen Edebiyat ve Düşünce Dergisi 


Kara Kitap bir cümle ile özetlenebilecek bir hikâyenin başarılı bir romana dönüşmüş halidir. Kitabın ana karakteri Galip’in, kısa bir mektup bırakıp kendisini terk eden karısı Rüya ve karısı ile birlikte olabileceğini düşündüğü üvey ağabeyi, ünlü köşe yazarı Celal’in peşinde, esrarlı bir işaretler ormanına dönüşen İstanbul’un farklı köşelerinde süren arayışının hikâyesidir Kara Kitap. Kitabın bu klasik hikayesi ile birlikte Orhan Pamuk’un bir çeşit edebi kolaj olarak ifade ettiği ve çizgisel hikayenin akışını yine ana hikayeyle belirli işaretlerle ilişkilendirerek kesen köşe yazılarından oluşmaktadır roman. Bu köşe yazıları romanın başkişisi Galip’in hayranlık duyduğu ve aile içerisinde, kendi sırlarını ifşa ediyor diye türlü eleştirilere hedef olurken savunduğu Celal’in köşe yazılarıdır. Fakat daha romanın ilk bölümünde de işaret edildiği gibi Celal yavaş yavaş bir bahçe olarak nitelendirdiği hafızasını yitirmeye başlamış, Pamuk’un Kara Kitap’la ilgili bir röportajda belirttiği üzere hayatının sonuna doğru vidaları gevşemeye başlamış bir köşe yazarıdır. Kitapta sadece yazılarıyla, bir de Galip ve çevresindekilerin hakkında anlattıklarıyla vardır Celal. Galip’in çocukluk aşkı olan amcasının kızı Rüya ise yazarın kitabının da bir yönü olan polisiye kitaplar hakkında yorum yapmasına vesile olacak şekilde kötü çevrilmiş polisiye kitaplar okur tüm gün. (Bu arada Orhan Pamuk’un da usta polisiye yazarı Patricia Highsmith’in sadık bir okuru olduğunu hatırlatmakta fayda var.) Lise yılarında masalarında hamamböceklerinin dalgın dalgın gezindiği muhallebicilerde, bıyıkları yeni terleyen oğlanlarla fingirderken Galip’in uzaktan mahzun gözlerle izlediği Rüya, daha sonraları İstanbul’un ücra köşelerinden birinde Marksist fraksiyon yuvalarında, kocası ile pil fabrikasında çalışıp kalan zamanlarında bildiriler hazırlayıp basarken, tüm aileyi sevindirecek şekilde Galip tarafından içine düştüğü kötü hayattan kurtarılmış, tekrar Nişantaşı’na dönmüştür. Kanunları ve dava tutanaklarını lokanta listeleri ve vapur tarifeleriyle birbirine karıştırıp, müvekkillerini savunmak yerine onlarla boğuşmaya başlayan Melih’in (Rüya’nın babası, Galip’in amcası) kendisine devrettiği yazıhanede avukatlık yapmaktadır Galip. Sabahları ıslak kumaş kokan sıkış tepiş minibüslerde, otobüslerde harflerin tir tir titrediği gazetede Celal’in köşe yazılarını dikkatle okur. Celal’in mankenci Bedii Usta tarafından yapılmış modelinin karşısına geçince ‘Senin yüzünden asla kendim olamadım.’ demeyi düşleyen Galip’in benlik arayışındaki yegâne örneğidir Celal.


Celal’in köşe yazılarından ilki ‘Boğazın Suları Çekildiği Zaman’ başlığını taşır. Manzara Ahmet Hamdi’nin aşk ve hüzünle bahsettiği boğazdan farklıdır. Çarpık kentleşmenin, arka sokakların, tarihi felaketlerin, efsanevi ve esrarlı söylencelerin, şehrin şimdiki zamanıyla geçmişini bir araya getiren işaretlerin ve nesnelerin kaynaştığı gotik bir korku figürüne dönüşür boğaz. Bu post-apokaliptik manzara roman boyunca bizi bekleyen İstanbul’un da habercisi olarak okunabilir. Enis Batur’un da ifade ettiği gibi ‘Bir kent romanı ve bir kentin romanı. Bir bakıma Joyce/Dublin ya da Viyana/Musil ilişkisinin koşutluğunu istiyor yazar. Bu anlamda belalı bir şehir İstanbul: Nedim’den Berk’e şairleri, Evliya Çelebi’den Mithat Cemal’e nasirleri, kendisine sunulmuş adlı adsız sayısız şehrengizi var. Mirasa aldanmıyor Pamuk: Şehrin bilinçaltına iniyor: taban teperken aklı yeraltında hep.’



Boğazın bataklığa dönüşen çamurundan, Celal’in iç karartıcı köşe yazısının sisleri arasından kendi dünyasına dönen Galip’in dünyası da karısının kendisini terk etmesiyle yavaş yavaş değişecektir. Süheyla Bayrav’a göre ‘Karısını bulmaya uğraşırken galip kendini, gerçek kişiliğini sınayacaktır. Rüyayı yaptıklarından dolayı hiç kınamaz. Terk edilişinin başka bir erkekle, bir davayla ilgili olabileceğini de düşünmez. Açıkça belirtmese de, olayın kişiliklerindeki farklılıktan kaynaklandığını sezmiş gibidir.’ Böylece kendisine on dokuz kelimelik bir terk mektubu bırakarak evi terk eden karısının ardından hiçbir şey olmamış gibi davranarak, ailenin diğer fertleri ile birlikte akşam yemeği yiyen Galip bu durumu onlardan gizler. Aslında Rüya ile çocukluk dönemlerinde oynadıkları bir oyun Rüya’nın Celal ile yakınlığı ve Galip’le olan ilişkilerinin niteliği hakkında ipuçları barındırır. Çünkü Galip, Rüya ile oynadıkları bu saklambaç oyununda Rüya’nın kendisini bulmakta zorlanacağı bir yere saklandıktan sonra, beklediği karanlık ve tozlu köşede Rüya’nın kendisini arayıp da bulamayınca ağlamaya başlayacağını hayal ederken, uzun bir bekleyişin ardından dışarı çıkıp kendisi Rüya’yı aramaya başlar ve ardından Celal ile birlikte Alaaddin’in Dükkânı’na gittiklerini öğrenir. Tıpkı bu anıda da işaret edildiği gibi Rüya’nın gittiği gün Galip, Rüya’nın Celal ile olabileceğini düşünür ve gazetede Celal’in Alaaddin’in Dükkanı ile ilgili yazısı yayınlanır.



Şehrin farklı bir yüzü yani tüketim alışkanlıkları hatta tüketim çılgınlığının yaşandığı, istekler ve ihtiyaçlar arasındaki sınır kayboldukça nesnelerin ruha egemen olduğu bir dünyadır Alaaddin’in Dükkânı. Toplumun, tüketim alışkanlıları üzerinden bir mikro kesitinin sergilendiği, sosyolojik bir tahlilinin yapıldığı ve romanın ansiklopedik yoğunluğunun da aslında anlamlı bir gereklilik olduğunu işaret eden bir metafordur.



Galip’in Rüya’yı arayış serüveni kendi evinden Rüya’nın Celal’in tavsiyesi üzerine kurduğu kişisel müzesinden başlar. Rüya’nın lise defterinde ‘Hüsn-ü Aşk imtihanda gelebilir.’ derken, kitabın beslendiği Doğulu metinlerle ilgili muzipçe gönderme de ihmal edilmez. Şeyh Galip’in Hüsün ve Aşk’ı arasındaki aşk ile Rüya ve Galip arasındaki aşkın ayrıldığı nokta ise daha önce işaret edildiği gibi okudukları aşk hikâyesinden etkilenen erkeğin hikâyedeki gibi âşık olmak istemesi ile ilgilidir. Çünkü Galip, Şeyh Galip gibi bu aşk hikâyesini yazan kişidir, aşkı tek taraflıdır. Belki de aşk bir yanılsamadır. Belki de bu yüzden aşkının peşine düştüğü bu yolculuğun sonunda sadece kendine kavuşur Galip. Rüya’nın izini sürerken kendi hafızasının bahçesinde dolaşır, uzun bir gecenin sonunda ise Suzan Yenge’ye telefonda Rüya’nın hasta yattığına dair yalanını yinelerken, bir ipucu daha sıkışır araya. Rüya’nın annesi Galip’e şöyle der: ‘Sesin gerçekten telefonda Celal’inkine çok benziyor. Yoksa sende mi üşüttün?’



Celal, sesi, kendisininkiyle birbirine karıştırılan Galip’in de arayış serüveninde yolunun düşeceği bir yerden bahseder. ‘Bedii Usta’nın Evlatları’ yazısında Türk toplumunun yaşadığı sathi batılılaşma hamleleri ve bunların toplumu içine sürüklediği kimlik karmaşası ve mutsuzluk resmedilir. ‘Babam insanımızın bir gün başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudunu kesmedi hiç.’ yazının anahtar cümlesidir ve Berna Moran’ın işaret ettiği gibi Batı taklitçiliğine karşı bir uyarıdır. Bedii Usta’nın, insanımızın taklitçiliğe ve yanılgılara düşmeden kendisi gibi olarak mutlu olabileceğine dair hayalini altüst edercesine bir söz söyler Galip’in üniversite arkadaşı Saim. Ona göre modern illüzyonist istediği kadar yaptığı işin bir hilesi olduğunu söylesin, onu heyecanla izleyen seyirci, bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordur. Hayatın bir yanılsamalar bütünü olduğunu, mutluluğun ya da esrarın hiç var olmamakla birlikte öğrenilebilir ve taklit edilebilir imajlardan oluştuğunu ve belki de bizi mutsuzluğa sürükleyecek hakikatin üzerine sarıp sarmaladığımız bu örtüyü hiç aralamadan, yanılsamalarımızla daha mutlu olabileceğimizi işaret ediyor.


...

Yazının tamamı için;
http://www.degirmendergisi.com/kitap.php?isl=oku&id=31

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı