21 Mart 2012 Çarşamba

Bir ‘Sufi Tanpınar’ Portresi

Dr. SELMA KARIŞMAN / Sosyolog, Yazar

Ünlü felsefeci Paul Ricoeor, dev eseri “Başkası Olarak Kendisi”nde karakteri, “bir insan bireyini, aynı olmak bakımından yeniden teşhis etmeye izin veren alamet-i farikalar kümesi” olarak tanımlar ve son kertede tanımını iki kelimelik bir tespite bağlar: Benimkilikteki aynılık! Slavoj Zizek, sosyal paylaşım sitelerinin gördüğü rağbeti; insanların, paylaşıma, gerçek hayatta öne çıkaramadıkları yüzleriyle katılabilmeleri fırsatına dayandırıyor. Kadim alışkanlıkların tahribata uğradığı modern dönemlerin ve çok alternatifli postmodern durumların kaotik yapı ve süreçlerinin insanı, eski zamanlara göre başa çıkması gereken daha çok ‘ben’ ile karşılaştırdığı söylenebilir. Bu farklı çehreler, sahibine; eve, işe, sokağa, cemaate, topluma ayrı benlikleriyle katılacak olmanın seçmeci zorluğu yanı sıra, kendisiyle/içiyle temasında bile pek çok yüzüyle karşılaşmanın şaşırtıcı farkındalığını yaşatıyor. Her çehre, kendisine uygun düşen ve hatlarının motive edici gücünü teşkil eden başat bir duygu biçimi/biçimleri tarafından şekillendiriliyor. İnsan, potansiyel olarak sahip olduğu bu duyguları, içindeki katmanlara uygun olarak ayıklıyor, öne çıkarıyor, sivriltiyor, bastırıyor veya silikleştirip, köreltiyor. Dinin şahsiyet ile ilgili yatay rolü tam da burada, duyguların iyi-kötü ekseninde tayin ve taksimi ile, toplumsal hayatta uygulanmasına sağladığı ahlakî katkıda belirginleşiyor. Dinî yaşantının incelmiş bir formu olarak tasavvuf bu katkıya, benler içerisinde en iyisini arayarak, benleri/benlikleri iyi-güzel-doğru paydasında birleştirerek, içselleştirici bir destek sunuyor.

Muhafazakar modern

Artık konu ile ilgili problemi ortaya koyabiliriz: O halde, yani insan içinde pek çok ben taşıyor ise ve fakat bunlardan biri ya da bir kaçı, karakterinin tanımlayıcı alamet-i farikalarından değil ise, bu yönü görmezden gelmeli, üzerini örtmeli daha da vahimi iptal mi etmeliyiz?

Bu girizgâha sebep olan şahsiyet, Türk yazınına, her biri alabildiğine güçlü olduğu kadar seyyal ve geçişken çehreleriyle katılan bir edebiyatçı; düşünür, şair, edebiyat tarihçisi, romancı, hikâyeci, mütefekkir, akademisyen bir yazar; bir siyasetçi, bir hoca, bir musikişinas, ressam bakışına sahip bir resim izleyicisi, daimi bir estet: Ahmet Hamdi Tanpınar.

Bazen karşımıza Türkiye ve değerlerine meftun yerel, bazen alabildiğine Batılı, çoğu zaman yerelden dünyaya ulaşmayı deneyen evrensel hüviyetiyle çıkıyor. Varoluşsal sorunların şahikasında dolaşmaya alışkın okuyucu, mektuplarında onu nasırından, sevdalarından, borçlarından müşteki bir ev halinde yakalayıveriyor. Bütün insanlığa açık hümanist zihniyeti, bir anda hâkim ideolojinin dar kalıplarına sıkışabiliyor. Kâh devama demir atmış muhkem bir muhafazakâr, kâh değişimin peşinde muhteris bir modern. Peki o, karşımıza şahsiyetinin bu çizgileri ve durumlarıyla çıkarken biz onun için, bu çehrelerden farklı bir portre arayışına girebilir miyiz? Mesela eserlerindeki sufi kahramanların gücüne, ana karakterlerin ve bizzat kendisinin metafizik ve tasavvufi söylemlerine dayanarak şu soruyu sorabilir miyiz? Bütün bu Ahmet Hamdilerden içeri, sufi meşrep bir başka Ahmet Hamdi var mıdır? Okuyucuya, sufi kahramanlarını yansıttığı aynayı kendi içine tutarak onu, buradan yansıyan çehresinde yakalamak mümkün müdür? Velhasıl, karakterinin alamet-i farikası, tanımlayıcı unsuru olmadığı halde “dindar” bir Tanpınar portresi denemesinde bulunabilir miyiz?

Metin tahlil ve tenkitleri her kahramanda mutlaka, ucundan düştüğü kalemin izi olduğunu söylememize izin verir. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, dinî yönünün, şahsiyetinin en az yapıcı unsuru olarak kabul edildiği bir kişilik söz konusu olduğunda bundan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Sufi kahramanlarının dilleriyle, halleriyle, yollarıyla doğrudan örtüşen verilere veya satır aralarında saklı ipuçlarına. Okuyucu veya araştırıcı, Tanpınar’ın eserlerine böyle bir manevi keşif açısından yaklaştığında, oldukça gizemli görünen bu ipuçları, kendilerini bir bir ifşa edeceklerdir. Fakat bunun için kahramanlarıyla arasındaki muhayyilenin muhtemel mesafesini ortadan kaldırarak sözü; denemeleri, makaleleri, şiirleri, hatıratı hattâ kendisine verdiği sözlerle bizzat kendisine bırakmak gereklidir.

Yola, şu cümle ile koyulabiliriz: “Ben insanda metafizik endişeden ve huzursuzluktan gayrısını kolay kolay affetmiyorum”. Tanpınar’ın gür sanat pınarı, Sezai Karakoç’un, sanatkâr için yaptığı “fizikötesi yaşantılı bir kazazede” tanımına denk düşen bir metafizik endişe yatağında akar. Eserlerinde şahit olduğumuz bütün mistik ve dîni tecrübe süreçleri, vecd ve istiğrak halleri, fenafillah tasvir ve iştiyakları, varoluşsal bir sancı üzerine temellenir. Eserlerinin leitmotivleri olan zaman ve musiki anlayışına, beşerî aşk duygusuna, hatta tabiat sevgisine ilahi bir boyut kazandıran da aynı metafizik gerilimdir: “Yaşadığım Gibi”de, bize, musiki zevkinin kendi dünyasında etten kemikten bir rahmaniyet çehresine nasıl büründüğünü ve bu zevki, dîni bir tecrübe olarak nasıl yaşadığını, yaşadığı gibi anlatır: “Musiki duaya benzer. Dua, Allah’ı, kendi çırpınışımızla içimizden bir şey gibi yaratır. Musiki de öyledir. Maddesi olmadığı için insanı ele alarak işe başlar, onu siler, değiştirir. Sonunda tıpkı dua gibi ortada benden başka bir şey olan bir ben kalır.” Fakat bu sözler; Mahur Beste’nin İsmail Molla’sının çok önceden dillendirdiği muhteşem dua tasvirine vâkıf okuyucu için zaten bir sürpriz değildir: “İstersek bütün ömrümüzü bir dua haline getirebiliriz. Dua ruhun Allah’la karşılaşmasıdır. Bunun için de kendi kendisini idrak etmesi yeter.”

‘Hoşça bak zatına’

Tanpınar’ı kendisinden başka olan bu beniyle bir kere yakaladığımızda, üzerindeki diğer bütün şahsiyet katmanlarının bir bir eridiğini ve geride kalan saf ve yapıcı benlikle ilgili her şeyin birbiri ardı sıra dile geldiğini görürüz. Konya’daki öğretmenlik günlerinde bir Kadir gecesinde katıldığı Mevlevi ayininde Genç Ahmet Hamdi ile birlikte yakalarız bu derviş meşrep benliği: “Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen, değişen, süzülen, adeta maddi varlıklarından ayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehidi olmuşlardı ve gerçekten musaffa ruh halinde iki yana açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunları ile döne döne Semavata çıkıyorlardı. Akşam semada gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda, pazarda, işlerinin başında ve bir talebemi lisede karşımda görünce hakikaten şaşırmıştım. Onları ben arkalarında esen Rast’ın sert rüzgarında uçup gitmiş sanıyordum. Bu, ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılmadığıma, o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.”

Böylesine kuşatıcı bir sema hayranlığının ardında elbette bir aşk ve fikir zirvesi olarak Hz. Mevlana ve felsefesinin derin kavrayışı yükselir. Tanpınar’a göre bu felsefenin esası “günün sevdiği tabirle insanın kainattaki yeridir.” Fakat hiçbir şey, ona göre, Mevleviliğin bu esasını da, o kadar mânalı olan Mevlevi selamını da hatta Şems-Mevlana rabıtasını da, Galib’in şu beyti kadar izah edemez: “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dide-i ekvan olan Ademsin sen”. Mevlana’nın Divanı Kebir’ine, Beş Şehir’de yine aynı manevi nüfuz üzerinden ve İslami bir kabul eşliğinde yer verilir: “Divan-ı Kebir, İbrahim’in atıldığı ocağa benzer, dışarıdan kavurucu gibi görünen ateş, içeride bir gül bahçesi olur… Bu şiirler, yazıldığı devirle beraber düşünülürse, batmakta olan gemiden yükselen son dua gibidir. Bütün varlık orada, Allah’a doğru giden bu geniş hıçkırıktadır.”

Semayı, insanın ezeli varoluş payesinde kavrayan, Divan’a İbrahim’in ateş meseliyle giren Tanpınar, Yunus’un manevi dünyasını da aynı uhrevi zeminde idrak edecektir: “İnsan hayatını metafizik bir endişede hulasa etmesini biliyor ve onu ancak içimizden yenebileceğimizi bize öğretiyordu” dediği bu Anadolu velisiyle, muhayyilelerinin ortak teması olan ölüm ve ebediyet ekseninden konuşur: “Ölümden ne korkarsın/korkma ebedi varsın; her dem yeni doğarız/bizden kim usanası diyen Yunus ölüme yenilmiş değildir. Hakikatte ölüm ağacı, Yunus’da sonsuz oluşun çıkrığıdır. O da Mevlana gibi insanı içinden görür”. Gerisi bir pınar gibi akacak; Mevlana ve Yunusla olduğu gibi Merkez ve Sümbül Efendiler ile de, Aziz Mahmut Hüdai ile de, hayatlarının ve hatıralarının manevi ufkunda buluşacaktır: “Ben Aziz Mahmut Hüdai Efendiyi, Sultan Ahmet Camiinin temelleri arasında tahayyül ediyorum. Zaman zaman benim için oradan çıkar ve o çok sevdiğim beyitini tekrarlar: Günler gelip geçmekteler/Kuşlar gibi uçmaktalar. Evet, günler gelip geçtiler. Fakat zamana sevgi ve inançlarının izini geçirenler halâ aramızdalar; adları ve hayatları bize manevi ufuk oluyor.”

Tasavvufi yöneliş ile dinî niyet arasındaki sıkı ilişkiden yol çıkarak, tam da bu noktada Tanpınar’ın dinî niyetinin mahiyetini biraz olsun ele veren örneklere ihtiyaç duyabiliriz. Her ikisi de camiyle ilgili anekdotlardan birincisi Beş Şehir’de satırlar arasına sıkışmış bir cümledir. “Allah kelamının büyüklüğü önünde insan talihinin biçareliğini anlatmak ister gibi mütevazı açılan bu kapı”. Konya İnce Minareli Camiyi tanımlayan ifadede, görüldüğü gibi halis bir mümin edası vardır. İkincisi ise Edebiyat Fakültesi Arapça bölümü okutmanı İhsan Örücü’nün Mehmet Kaplan’a anlattığı ve onun tarafından küçük fakat manâ yüklü bir hatıra olarak zikredilen bir olaydır. Bir ramazan gecesi Örücü, Tanpınar’ı, Sultan Ahmet Camiinin pencerelerinden adeta başkaları tarafından tanınmaktan sakınarak içeri bakarken ve ağlarken görmüştür…

Muradına ermiş bir derviş…

Sona doğru geldiğimizde Tanpınar’ın bütün iştiyakına rağmen, ne kurumsal anlamda tasavvufun, ne de onun temel kaidesi olarak iman-ibadet bütünlüğündeki bir dinî hayatın mensubu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat iç insanlarından güçlü birinin muradına ermiş bir derviş; estetik, sanat ve kültür pınarlarından gür bir tanesinin tasavvufî neşveden beslenen deruni bir his, hayal ve tecrübe terkibi olduğunu göz ardı etmeksizin: “Başım sükûtu öğüten/Uçsuz, bucaksız değirmen/İçim muradına ermiş/Abasız, postsuz bir derviş”.

Karşımızdakinin şahsiyeti hakkındaki hükümlerimiz söz konusu olduğunda, derinliğine tanınmaksızın önyargıda bulunma ve ötekileştirmenin elverişsizliğine dikkat çeken bu tablo, aynı zamanda karakterin, öne çıkmayan özellikleriyle de var olabileceğini ve bu ihtimalin empati ve diyaloğu kolaylaştırıcı etkisini ima eder. Fakat tabii ki söze Tanpınar özelinde son vermek gerekir. Zamanın ruhunu “yekpare zamanın parçalanmaz akışında” yakalayan Ahmet Hamdi Tanpınar, beşerî aşktan ilahiye uzanan yolda esrarlı ve ısrarlı hamleleri, mistik ilhamla saf dinî tecrübe arasındaki med-cezirleri, şahsi ızdırabında insanın ve insanlığın ızdırabına açılma meziyeti, bizi olanca cömertliğiyle mahremiyetine dâhil ettiği oluş tecrübesi ile bu arayışlara talip herkes için daima kapısı çalınmaya ve anlaşılmaya değer olacaktır. Ruhu şad olsun.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı