30 Mayıs 2011 Pazartesi

Türkiye’de Vatandaşlık ve Vatandaşlığın Dönüşümü

Sabancı Üniversitesi Ogretim Uyesi Ayşe Kadıoğlu İle Röportaj
Damla ERİM & Hüseyin ESEN / http://www.ekopolitik.org

EKOPOLİTİK: Bugün Türkiye’de ve dünyada gündemi en çok meşgul eden konulardan birisi de “kimlik” konusu. Küreselleşmeyle birlikte ulus devlette yaşanan önemli bir dönüşüm var ve bu süreç kimlik konusunu da tartışmayı beraberinde getiriyor. Kimlik konusu sadece ülkemizde değil neredeyse tüm dünyada öne çıkan gündem maddelerinden birisi. Bu konunun tarihin tam da bu anında birçok farklı coğrafyada eş zamanlı olarak gündeme oturmasının arkasında nasıl bir süreç veya süreçler var?

Ayşe KADIOĞLU: Sizin de belirttiğiniz gibi vatandaşlık ile ilgili önemli kitaplar son dönemde özellikle 90’lı yılların başında çıkmaya başladı ve diyebiliriz ki kimlik konularının tüm dünyada ve akademik çevrelerde göze batan bir şekilde ortaya çıkması yaklaşık son 20 yıllık bir konudur. Bu durum modernitenin bir özelliğinden kaynaklanıyor. Modernitede kamusal alanda gerçekleştirilen bazı aktiviteler vardır ancak bazı şeylerin de özel alana itilmesi, adeta “hapsedilmesi” öngörülmüştür. Bu hapsedilenler arasında dinsel kimlikler, etnik kimlikler, kadın kimliği sayılabilir. Kamusal alana çıktığımızda kadın değilmişiz gibi yapmak veya etnik kökenimizin bir önemi yokmuş gibi yapmak beklenir. Zaten modernitenin bir tanımı da bu değil midir: “okunamayacak bir satıh yaratmak”. Bu özellikle mimaride çok belirgindir. Modern mimari dediğimizde rengini ve ne olduğunu belli etmeyen yapılar geliyor akla. Bu durum insanlar için de geçerli. Yani modernite bazı kimliklerimizin özel alana hapsedildiği bir “maskeli balo” aslında. Tabi geç modern veya post-modern zamanlara geldiğimizde insanların özel alanlarında yaşadıkları kimliklerini kamusal alana da taşımak istediklerini görüyoruz. Günümüzde yaşadığımız süreç işte tam olarak budur. Kimliklerin kamusal alanda var olma talebi. Bu elbette küreselleşme sürecinin de iteklediği bir olgu. Vatandaşlık ve kimlik konularının gündemimizde olması bir yandan da “ulus devlet” kategorisinin de yeniden düşünülmeye ve tartışılmaya başlanması ile ilgili. Küreselleşme ile birlikte ulusal vatandaşlık tanımı zamanla yetersiz olmaya başlıyor.

Ulus devlet bağlamında şöyle bir soru akla geliyor: II. Dünya savaşı sonrasına kadar 1648 Westphalia anlaşmasıyla ortaya çıkan ulusların eşitliği ilkesi ve bu bağlamda ortaya çıkan bir uluslar arası ilişkiler kavramı vardı. II. Dünya Savaşı sonrasında ve 1980’lerle birlikte giderek yoğunlaşan küresel dünya algısı ve ortaya çıkan son derece etkin kurumsal yapılar olması dünyayı farklı algılamamıza sebep oluyor. Küresel ve bölgesel oluşumlar ulus devletlerin birçok hükümranlık haklarını bağlayıcı kararlar alabiliyor veya küresel gelişmelere ulus devletler sınırlarını kapatamıyorlar. Bunun belki de en somut örneği son küresel kriz. Hiçbir ulus devlet ekonomisi krizden etkilenmeden kenara çekilme seçeneğine sahip değil. Buradan yola çıkarak ulus devletlerin işlevsizleşmekte ve böylelikle giderek hükümranlık haklarını bazı küresel ve bölgesel oluşumlara (örneğin Dünya Ticaret Örgütü veya Avrupa Birliği gibi) devrederek ellerinin zayıfladığını ve hatta bir nevi yok olma sürecinde olduklarını öngörebilir miyiz?

Ulus devletler zaman içersinde erir gider mi sorusuna tabi kanaatimce şu aşamada cevap veremeyiz ama şunu biliyoruz ki tam da bu tanımladığımız süreç bugün siyasetin kalbindedir. Siyasi bölünmeler –sivil toplum veya siyasal partiler bağlamında- bu çerçevede ortaya çıkıyor. Siyaset bugün sağcılık – solculuk bölünmesi bağlamında cereyan etmiyor. Temel eksen küreselleşme karşısında alınan tavır olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de bu durum küreselleşmenin bazı cephelerine olumlu yaklaşanlar ve ulusalcılar şeklinde somutlaşıyor. Ulus devletin aşınmasına aslında çok iyi bir örnek var. 1989 yılında Almanya’nın Schleswig-Holstein eyalet meclisine bir yasa tasarısı sunuldu. Tasarıda Alman vatandaşı olmayan kişilerin de mütekabiliyet kapsamında yerel ve mahalli seçimlerde oy kullanabilmesi önerilmişti. Bu yasa tasarısı eyalet bazında kabul edildi. Hemen arkasından Hıristiyan Demokratlar, seçimlere ancak halkın katılabileceği ve halk / Volk denilen kavramın içinde sadece Almanların olduğu argümanıyla konuyu Anayasa Mahkeme’sine götürdüler ve Anayasa Mahkemesi de bu yasa tasarısını iptal etti. Tabi çok ilginçtir, bu iptalden çok kısa bir süre sonra Almanya Avrupa Birliği (Maastricht) anlaşmasını imzaladı ve bunu imzaladığı anda 3 sene önce Anayasa Mahkemesinin iptal ettiğinden çok daha kapsamlı bir oy kullanma hakkını da otomatikman kabul etmiş oldu. Zira AB’nin bu konuda bir bağlayıcılığı var.

Buradan şu soruya varıyoruz: “Demos yani oy verenler kimlerden oluşur?” Almanya’da bu sorunun cevabı ulus üstü bir anlaşmaya atılan imza ile verilmiş oldu. Bu ilgi çekici bir gelişmedir. Burada ulus devletlerin yok olup olmayacağına bir cevap veremiyoruz ancak önemli bir değişime uğramakta olduğuna şahit oluyoruz. Almanya’da Anayasa Mahkemesinin verdiği karar 2–3 sene içerisinde çöpe atılmış oldu. Bu önemli bir değişimdir. Bugün Türkiye’nin de imza koyduğu farklı anlaşmalar gereği bağlayıcı taahhütleri vardır.

Vatandaşlığın ulustan arındırılması başlıklı makalenizde vatandaşlığın bir gruba / kulübe üyelik tarzından çıkması ödevler ve sorumluluklar yerine haklar ve özgürlükler bağlamında yeniden tanımlanması gerektiğinden bahsediyorsunuz. Yine aynı makalenizde Türkiye’nin 3 ötekisinden bahsediyorsunuz. Bunları gayri Müslimler ve diğer dinsel nedenler ile dışlananlar; Müslüman olup Türk olmayanlar ve Türkiye’nin kendi geçmişi / Osmanlı ve onu hatırlatan her şey olarak tanımlıyorsunuz. Bu unsurlar dışarıda bırakılınca peki asli vatandaşlar olarak kimler kalıyor. Yani burada sistematik olarak birçok kesimi dışarıda bırakan bir durumdan mı bahsediyoruz?

Biliyorsunuz Baskın Oran bu noktada Türkiye’nin WASP’ı (White, Anglo-Saxon, Protestant - ABD’nin temel unsuru olarak anılan Beyaz – Anglo Saxon – Protestan kimliklerinin kısaltılmış hali) olarak LAHASÜMÜT kavramından bahsediyor. Yani Laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk olanlardan oluşan bir asli unsur… Ben makalemde Türkiye’deki vatandaşlık tartışmasının kendine özgü bir tarafını öne çıkartmaya çalıştım. Benim makalemde “ötekiler” olarak tanımladığım pek çok grubun bugün Türkiye’de vatandaşlık sertifikaları vardır ve kâğıt üzerinde vatandaştırlar. Fakat vatandaştan kastımız sadece sertifika sahibi olanlar değil aynı zamanda haklara da sahip olanlar. Haklar açısından baktığımızda vatandaşlık sertifikasına sahip olanlardan bazılarının kimi haklardan faydalanamadıklarını gözlemliyoruz. Örneğin Türkiye’de çok tartışılmış bir konu olarak gayri Müslim azınlık vakıflarının mal edinme ile ilgili problemleri vardır. Mal edinme hakkı temel bir haktır ancak bundan mahrum olmuşlardır. Bunun dışında Kürt kökenli vatandaşların 1991 yılına kadar ana dillerinde konuşmaları yasaktı. Bugün hala Kürtçe bir pankart astıklarında polis onu indirebiliyor. 2000’li yıllara geldiğimizde sadece Kürtçe konuşmak değil aynı zamanda kurs açmak, televizyon, radyo yayını yapmak gibi konular da gündene geliyor. Bunları da vatandaş olmanın temel hakları olarak görmek gerekmektedir.

Yine bir diğer ötekimiz olarak makalede de bahsettiğim Türkiye’nin kendi mazisi, Osmanlı hatırası ve onu hatırlatan her şey geri kalmışlık sembolü olarak görülüyor. Böylece başörtülü kadınların bundan kurtulmaları ve bir anlamda böylelikle “özgürleşmeleri, modernleşmeleri” bekleniyor. Türkiye’de yetişkin başörtülü kadınların üniversite eğitiminden mahrum olduklarını görüyoruz. Bu durumda insanlar şunu söyleyebiliyorlar “başörtüsünü çıkartırsa mahrum olmayacak”. İşte bütün sorun da bu zaten; insanlar o kimlikleri ile kamusal alanda var olabilmek istiyorlar. Şu çok enteresandır: Avrupa ülkelerinde başörtüsü konusu üniversite düzeyinde tartışılmıyor. Türkiye’de türban konusunu tartışırken yetişkin kadınlardan bahsediyoruz oysa Fransa’daki tartışma ilk ve orta dereceli okullarla ilgili bir tartışmadır. Fransa’da üniversiteye bir kadının başörtülü olduğu için sokulmaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Sizin en başta sorduğunuz Türkiye’de vatandaş kimdir sorusuna dönersek herkes vatandaş aslında. Ancak bu durum bir yandan da bazı şeyleri maskeliyor. Çünkü vatandaşlık sertifikaları var ama bazı haklardan mahrumlar. O yüzden vatandaşlığı bir üyelik değil de bir haklar dizisi olarak düşünmeye başlamak gerek. Örneğin Yunanistan’da vatandaşlık tartışması bambaşka bir zeminde gerçekleşiyor. Yunanistan’daki temel tartışma vatandaşlığa kabul etme ve vatandaşlıktan çıkartma üzerinde odaklaşıyor. Yani Yunanistan’da sertifikanın verilmesi noktasında problem var. Türkiye’de ise sertifikanın verilmesi konusunda Yunanistan’daki kadar büyük bir problem yok. Vatandaşlıktan çıkartma da uygulanıyor ancak Yunanistan’daki kadar sık uygulanan bir politika değil. Örneğin Batı Trakya’daki Müslümanlar belli bir süre Yunanistan’dan uzak kaldıkları zaman “ulusal bağları gevşemiştir” deyip vatandaşlıktan çıkartılıveriyorlar ve yıllarca da (1998’deki yasa değişikliğine kadar) bunu yaptılar. Bu durum Almanya için de geçerlidir. Orada da vatandaşlık sertifikasını almak, özellikle 2000’deki yasal değişikliğe kadar, oldukça zor bir uygulamaydı. Sertifikayı alamayınca tabi haklardan da mahrum kalıyorsunuz. Hâlbuki bizde sertifikayı veriyoruz. Sertifika var ama haklara gelince sorun çıkıyor. Sertifikayı verince “zaten herkes Türk değil mi?” deniyor; ama işte öyle değil. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bir bölümü kendilerini farklı kimlikleri ile tanımlamak istiyorlar.

Aslına bakarsanız Türkiye ile Yunanistan’ı karşılaştırmak acaba doğru olur mu? Zira Türkiye, kabul de etsek ret de etsek, Osmanlı’nın Anadolu’daki bakiyesi değil midir? Bu topraklarda imparatorluk geleneğinden kalan farklı kimliklerin bir arada yaşaması durumu ile Osmanlı’dan milliyetçilik akımıyla kopan ve kimliğini etnik ve tarihsel bir mitos üzerinden kurmaya çalışan Yunanistan’ın durumları çok farklı değil mi?

Aslında Yunanistan’da da farklı etnik gruplar var. Örneğin Arnavutlar var. Hem Yunan vatandaşı olanlar hem de sonradan göçmen olarak gelen ciddi bir Arnavut nüfus var. Yunanistan’da Arnavutlar ile ilgili 2000’li yılların başında önemli bir tartışma olmuştu. Yunanistan’daki ulusal bir bayramda, bir kasabada en başarılı öğrencinin törende bayrağı taşıması gerekiyor. Bir de bakıyorlar ki en başarılı öğrenci Arnavut bir göçmen ailenin çocuğu ve o dönemde ortalık birbirine giriyor. Diyorlar ki “bir Arnavut nasıl olur da bizim bayrağımızı taşır?” Sonuçta bu öğrenciyi vatandaş yapmayı tartışıyorlar. Tıpkı Olimpiyatlar’da başarılı sporcuların vatandaş yapılması gibi. Ancak buna da karşı çıkıldı. Denildi ki “bu vatandaş dahi olsa Yunan değil”. En sonunda çocuk kendisi “ben böyle bir mesele olmak istemiyorum” diyerek geri çekildi. Yunanistan’daki milliyetçilik ile Türkiye’deki milliyetçilik işte burada ayrışıyor. Bizde daha çok Türkleştirmeye çalışan bir milliyetçilik varken Yunanistan veya Almanya’da daha dışlayıcı bir durum söz konusu.

Aslına bakarsanız Türkiye’nin kimlik konusunda yaşadığı kafa karışıklığı çok yeni bir konu da değil. Örneğin Osmanlı’nın son dönemlerinde de bizi bir arada tutan ortak payda ne olacak konusunun dönemin aydınları arasında yoğun bir şekilde tartışılılığını görüyoruz. Bunların en bilineni Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset makalesidir. Osmanlıcılık veya İslamcılık’ın artık birleştirici unsurlar olamayacakları dolayısıyla Türkçülük üzerinden bir söylem kurulması öneriliyor. Bu zamanla resmi ideoloji haline geliyor. Türklük üzerinden birleştirici bir bağ, bizi bir arada tutan harç kurulmaya çalışılıyor. Bu durumda sizin ifadenizle “vatandaşlığın ulustan arındırılması” kapsamında bu politikadan vazgeçersek T.C vatandaşlarını bir arada tutan bağ, harç veya ortak mefkûre ne olacak? Çok kültürlülük kapsamında yapılacak açılımlarda bizleri bir arada tutan ortak bir unsur üretilebilecek mi?

Türkçülüğü bir siyasi proje olarak ilk kez Yusuf Akçura telaffuz etti. Burada kanaatimce “ne için” sorusu çok önemli. Yani bunu siyasi bir proje olarak telaffuz ederken ve İslamcılık veya Osmanlıcılık karşısında tercih ederken amaç ne idi? Orada amaç devletin muhafazasıdır. Resmi çizgiden bakarsak Türkiye’de milliyetçiliğin amacı her zaman devletin muhafazası olmuştur. Bu noktada temel amaç bir arada yaşam ve ortak bir toplum oluşturmaktan öncelikli olarak devletin çöküşünü engellemek düşüncesidir. Türkiye’de de milliyetçiliğin çıkış noktasında bu vardır. Dönüp bir de Fransız devrimindeki milliyetçiliğe baktığımızda aksine mevcut devletin veya rejimin yıkılması söz konusudur. Dolayısıyla orada milliyetçiliğin çıkış noktasında daha özgülükçü bir tarafı vardır. Türkiye’de ise milliyetçilik devletin muhafazası amacıyla öne sürülmüş bir ideoloji olarak karşımıza çıkıyor. Sorunuzun ikinci kısmı “yani bu bağ eğer çözülürse bizi ne bir arada tutacak, nasıl birlikte yaşanacak” kısmı gerçekten son derece önemli bir sorudur. Bu konu benim de zaman zaman zihnimi meşgul etti ve hatta Türkiye’ye geldiğinde bu soruyu Will Kymlica’ya da sormuştum. Benim kanaatim bir devlet, vatandaşlığı bir kulübe üyelik gibi değil de anayasal bir zemininde kurgularsa işte o zaman tüm kimlikler hepsi bir arada yaşayabilir. Bu zemin üzerinde bir anayasaya bağlılık olarak vatandaşlık kavramını vurgulamak gerekiyor. Ben hep şu örneği veririm: Yan apartmanda bir yangın çıktığı zaman hemen kurtarmaya gidiyorsunuz. Hiç kimse oradaki insanları kurtarmaya giderken ilk olarak Türkleri kurtaralım sonra da 3. katta İngilizler vardı zaman kalırsa da onları kurtaralım diye düşünmez. İnsanlık refleksi diye bir şey var. Dolayısıyla insanlar bir arada yaşamak için kanaatimce ulusal birliğe ihtiyaç duymayabilirler. Eğer bu durumun anayasal bir zemini var ise yani birlikte yaşamaya ilişkin çok kültürlülük haklarına yer veren anayasalar yapabilirsek birlikte yaşamak mümkün olacaktır. İçinde ulusalcı olmanın ruhu olmayınca, bu biraz ruhsuz bir birliktelik olacaktır ama zaten siyasette böylesi bir ruhsuzluk belli bir dozda iyidir. Ulusu değil de insanı odak noktası almak farklı bir ruh üretebilir. Bugün dünyada var olan “Sınır Tanımayan Doktorlar” gibi kuruluşlar tam da böyle birşey yapıyorlar. Ulus değil de insanlıktan yola çıkıyorlar.

Peki bu durumda da akla hemen şu soru geliyor: Anadolu coğrafyasındaki insanları bir arada tutan ve fakat Kanada’daki insanlardan ayırt eden fark ve unsur ne olacak? Yani anayasal vatandaşlık kavramını küreselleşme konteksti içinde okursak bu vatandaşlık biçimi bir yandan da hiçbir yere ait olmamak sonucunu üretmiyor mu? Küreselleşme sürecinde giderek güçlü bir şekilde tek bir küre algısının üretilmesi gibi bu vatandaşlık biçimi de yersiz yurtsuzluğun veya ait olmanın küreselleşmesi ve kimliklerin kozmopolitleşmesi olarak okunabilir mi?

Kozmopolitan düşünce Helen düşüncesi ile ortaya çıkmış ve eski Yunan’da var olan şehir devletlere bağlılık içeren vatandaşlık tanımını sorgulamış bir düşünce. Fakat bu dünya vatandaşlığı düşüncelerinin, özellikle de modernite sonrası pek gerçekleşebilir olduğunu sanmıyorum. Dünya vatandaşlığı anlamlı bir nosyon değil. Bu kapsamda ulus devletlerin sınırlarının yok olması da söz konusu değil. Ancak bu sınırların daha geçirgen olması önemli. Örneğin göç meseleleri; göçmenlere de insan olarak yaklaşabilmek önemli. İsviçreli Max Frisch’in Avrupa’ya göç eden işçiler için söylediği ünlü bir sözü vardır: “biz işçiler çağırdık ancak insanlar geldi” diye. Sanki bunlar farklı kategorilermiş gibi. Çünkü sadece kol güçleri için çağrılan ve işleri bitince de geri dönmeleri beklenen işçiler, aileleri, hayatları, çoluk-çocukları ile birlikte geldiler ve işleri bitince geri dönmek yerine kaldılar. Benim Seyla Benhabib’in çok etkilendiğim bir kitabı vardır: Ötekilerin Hakları (İletişim) ismiyle Türkçe’ye de çevrildi. Seyla Benhabib kitabın başında bir alıntı yapar: “hiçbir insan gayrimeşru değildir” diye. Geçirgen sınırlara sahip olduğumuzda insanların “gayrimeşruluk” durumunu ortadan kaldırma ihtimalimiz artıyor. O zaman onlara haklar verme ihtimalimiz de yükseliyor. Burada tartışılan ulus devletlerin ortadan kalkması değil sınırlarının daha geçirgen hale gelmesidir. Aynı şey ulus devletin içindeki durum açısından da geçerlidir. Anayasal vatandaşlık derken de bundan bahsediyoruz aslında ve bunlar imkânsız şeyler de değildir. Hâlbuki buna nazaran dünya vatandaşlığı oldukça zor ve ne olduğu aslında pek belli de değil. Belki de John Lennon’un şarkısında geçen bir hoşluk sadece…

Bu noktada ülkemizde de farklı kesimlerde hissedilen bölünme kaygılarıyla hareket etmek yerine anayasal vatandaşlık zemininde açılım yapmak gerektiğini düşünüyorsunuz sanırım.

Söyleşinin en başında bahsettiğimiz gibi bölünme korkusuyla yaşayan o kesim şimdi Türkiye’de siyasetin bir cephesi. Ben bu olgulara daha cesur yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Eflatun’un Devlet kitabında mağara metaforu vardır. Mağaradaki insanlar ışığı görmedikleri için gölgelerin ne olduğunu da bilmezler. Özgürlük, bağlardan çözülüp kafanızı dönüp ışığı gördüğünüz an başlar ve tabii ki ilk duyulan duygu acıdır. Göz kamaşması, kafa karışması… Bu durumda aslında esirliğin rahatlığına dönmek istemek elbette söz konusudur. Bilmediğimiz zamanki bilmemenin rahatlığına dönmek arzusu. Burada cesur olan ileriyi görebilmek ve daha özgürlükçü bir tavır sergileyebilmektir. Özgürlükten kaçmaktansa onu kucaklayabilmek. Işığa bakabilmek… Dünyada böyle bir dönüşüm var. Bu dönüşümle kavga etmek ne kadar mantıklı? Tabii parlamento içinde kaldıkça böyle bir kavgayı vermek de son derece meşrudur. Siyasi kavga asla şiddet üzerinden olmamalı, meşru kanallardan parlamentoya intikal edebilmelidir. Türkiye’de bu kavgayı veren partiler var zaten. Adını koyalım bugün MHP ve CHP arasındaki farkı görmek son derece zor değil mi? Yani sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti olarak bugün küreselleşme karşısında içe kapanmacı bir tutum takınmayı seçti.

Çok kültürlü anayasal vatandaşlık deyince akla herkesin kendi kimliğini kamusal alana taşıyabilmesi, özgürleşmek ve kendi farklılıklarını yaşayabilmesi dışında bir de bu işin hukuki boyutuyla ilgili önemli bir soru/sorun geliyor. Örneğin Türkiye’deki durumdan yola çıkarsak bu farklılıklarını yaşayan gruplar, aşiretler veya cemaatler bir süre sonra biraz daha ileriye giderek genel hukuka değil de kendi özel veya örfi hukukuna tabi olmak gibi hukuksal haklar talep ederse ne olacak?

Bugün Türkiye’de, çok kültürlü anayasal vatandaşlık denilen düşüncenin içinde çok hukukluluk diye bir konuyu gündeme getirmiyoruz. Burada en çok vurgulamak istediğim şey konu ulusa bağlılık olduğunda gönüllülük temelinde birlik, ancak bunu sağlayacak hukuksal düzenlemelerin de birliğin iskeletini oluşturması. Yani hiç kimsenin bir kimliğe ait olmaya zorlanmamasından bahsediyorum. Zaten ancak gönüllülük temelinde bir tercihin meşru bir zemini olabilir. Çok hukukluluk temelinde değil de daha ziyade çok kültürlülüğü gözeten bir hukuki zeminde buluşmak önemli. Yoksa herkesin kendi köşesine çekildiği bir durumu kast etmiyoruz. Gönüllülük temelinde birlikteliği yeniden üretmek önemli. Özgürlüklerin yaşanabilmesi için önce hukuki zemini üretmeniz gerekiyor.

Son olarak güncel bir gelişmeye de değinmeden geçmeyelim. Obama’nın başkanlığı için ne düşünüyorsunuz? Örneğin Van’da Obama için kurbanlar kesilmiş. Çeşitli yerlerde farklı sevinç gösterileri yapılmış. Siyahi bir Amerikalı’nın başkan olmasının dünyanın farklı yerlerindeki “ötekileştirilmişler” için de sembolik bir anlamı var mı sizce?

Türkiye için düşünecek olursak, bu durum benim makalemde sözünü ettiğim “ötekiler”den birisinin başbakan veya Cumhurbaşkanı olması gibi bir durum. Sonuçta Abdullah Gül’ün kendisi başörtülü değildi ancak eşi başörtülü diye oldukça büyük bir gürültü koptu. Obama’nın Amerika’da başkan olması Türkiye’de bir Ermeni’nin, Kürt’ün veya başörtülü bir kadının Cumhurbaşkanı olması gibi bir şey. Ancak bu, sanırım Türkiye’de şu an söz konusu bile değil.

Barack Hussein OBAMA’nın –ki kendisi adaşım oluyor- bir yandan zenci olması bir yandan Müslüman olduğuna dair söylentiler ve bir de değişim iddiasıyla dünyanın hala tartışmasız en büyük gücü olan ABD’nin başkan koltuğuna oturmuş olması dünya konjonktüründe özellikle kimlik politikaları bağlamında radikal bir dönüşümün de habercisi olarak görülebilir mi sizce?

Tabii bunu söylemek için biraz erken. Ancak şu analizi yapabiliriz: ABD’de son 8 yıldır ve özellikle 11 Eylül ile birlikte çok güçlenen bir güvenlik söylemi siyasete hâkim olmuştu. Yeni durum ABD dış politikasında bir dönüşüme işaret ediyor. Obama başkan seçildikten hemen sonra ilk yaptığı konuşmada barıştan yanayız vurgusu yaptı. O zaman belki de bu askeri söylemin dışına çıkılıyor. Ancak gerçekte dönüşür mü onu bilemiyorum. Zira ABD’de çok kuvvetli bir silah lobisi var. Ancak Obama’nın seçilmesi saldırgan bir refleks içersine girmiş, hukuksallığı bir kenara bırakmış ABD’nin yeniden normalleşeceği düşüncesini akla getiriyor. Ancak şu unutulmamalı ki Amerikan dış politikası da bir adam tarafından yapılmıyor. Kurumsal özellikleri var ve Obama bu sınırları ne kadar zorlayabilir, süreç içerisinde göreceğiz.

Yoğun gündeminiz içinde bize vakit ayırdığınız ve mevcut konjönktür içersinde son derece önemli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için size çok teşekkür ederiz.

İlginize ben teşekkür ederim.
ADAM Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi
info@ekopolitik.org

Ayşe Kadıoğlu lisans derecesini Siyaset Bilimi dalında 1982 yılında ODTÜ'den, yüksek lisans derecesini Uluslararası İlişkiler dalında 1984 yılında Chicago Üniversitesi'nden, doktora derecesini de Siyaset Bilimi dalında 1990 yılında Boston Üniversitesi'nden aldı. Boston Üniversitesi, Tufts Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak çalıştı. 1992 yılında Stanford Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi'nde araştırmacı olarak bulundu. 1989 ve 1990 yıllarında Ford Vakfı araştırma bursu aldı. 1989 yılında Boston Üniversitesi'nde araştırma görevlisiyken “Üniversite Eğitimciliğinde Mükemmeliyet Ödülü”nü aldı. Araştırma alanları milliyetçilik, uluslararası işçi göçü, kadın ve İslam, vatandaşlık, kimlik, faşizm, liberalizm olarak sıralanabilir. 1998 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği görevine devam etmektedir.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı