Orhan Tekelioglu, Bahcesehir Universitesi
Salı günleri Kemal Sunal filmlerinin ekran başında ciddi bir izleyici topladığını biliyor muydunuz? Reytinglere göre örneğin 5 Nisan Salı günü, saat 19.43’te STV’de gösterilen ‘Yedi Bela Hüsnü’ (1982) tüm izleyicide yüzde 7.7 izlenme payına ulaşırken, yine aynı gün Kanal 7’de, saat 19.07’de bir başka Sunal filmi ‘Postacı’ (1982), yüzde 5.12 izlenme payı almış. Bir önceki hafta Salı günü gösterilen ‘Umudumuz Şaban’ (1979) ve ‘Şen Dul Şaban’ (1985) da, daha düşük izlenme payları alsa da, ilk 100 program arasına girebilmişti. Dini hassasiyetleri daha yüksek bir izleyici profili olan ve bu bakımından “ticari” yayıncılık anlayışını benimsemiş “anaakım” kanallardan ayrışan bu iki kanal, Kemal Sunal komedilerini, Salı günleri anaakım kanallarda haberler yayınlanırken gösteriyor belli ki. Önemli olan, bu kadar yıl ve çeşitli kanallarda yüzlerce gösterimden sonra bile Kemal Sunal komedilerini izleyicinin tam anlamıyla terk etmemesi. Geçen hafta yazdığım, Yeşilçam anlatılarının ana eksenini oluşturan “melodram”, “avantür” ve “komedinin” günümüz diziler dünyasında ne tür bir değişimden sonra, “pastişleşerek” dışavurduğuna dair yazıda iki türden (avantür ve melodram) ve iki örnek diziyi (‘Muhteşem Yüzyıl’ ve ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’) vermeme rağmen üçüncü türe (komedi) örnek olabilecek bir diziden söz edememiştim.
Üç komik tip
Gerçekten de, ne kadar çabalasalar da, şu anki dizi anlatılarında (gişe başarılarını da düşünürsek sinema filmlerinde) bir türlü Kemal Sunal benzeri bir karakter ortaya çıkamıyor. Bu döneme damgasını vuran karakterler çıkmıyor mu? Çıkıyor ama yenilerin Kemal Sunal kahramanlarıyla bir benzerliği olmuyor. Son yıllarda öne çıkan üç komik tipten söz edebiliriz: Bunlardan ilki ve en muhafazakârı, yeniden gösterime giren bölümlerde aynı minvalde oynayan ‘taş fırın erkeği’ Haluk olmalı. Maçoluk konusunda bir milim geri adım atmayan, modern metropolde, orta sınıf semtlerin uzun boylu apartmanlarında mebzul miktarda bulunan cinsinden, “antikahraman” diyebileceğimiz bir erkeklik karikatürü. Bir diğeri, magandalığı “yumuşatılmış”, yani cinsel saldırganlığı söndürülmüş, sempatik bir “ayıya” dönüştürülmüş “varoş” bir karakter olan Recep İvedik. Bu kahraman da izleyicisi tarafından tam anlamıyla benimsenemeyen bir “antikahraman” ve yeni metropolün varoşta yaşayıp merkeze gelen melez tiplerinden. Üçüncüsü tartışmasız bir “antikahraman”, metropol hayatın merkezinde sıkça karşılaşılan bir melez, Burhan Altıntop. Bu üç kahraman da izleyicine kendisiyle “özdeşleşme” için pek şans vermiyor. Aksine Recep’ten Haluk’a, oradan da Burhan’a giden bir çizgide en fazla acıyabilme hakkınız oluyor. Yine de sanırım içlerinde en “sempatik” olanı İvedik. Ayrıca, daha da önemli ortak bir özellikleri var her üçünün de. Varolan düzenle hiçbir dertleri yok, ne siyasetten ne de “muhalif” düşünceden haberdarlar. Özetlersek, yeni dönemin “komiki şehir”leri, izleyicinin önüne yem olarak atılır cinsinden antikahraman ve apolitikler. İzleyici de bayılıyor zaten onlara; en azından bir süre bu karakterlerle alay ediyor, aşağılıyor, sonra da “normalleştirmeye” başlıyor, gülse de onlara karşı hissizleşiyor.
Freud’dan ilham alarak söylersek, hakiki mizah medeni hayatın icaplarına uygun, nezaket dairesi içinde, ama yine de bir kurum ya da kişiye saldırmaktan geri durmayan sembolik bir şiddet dışavurumudur. Kalıcı olabilen mizah, açık ya da kapalı, muhalif bir muhteva içermek zorundadır. Geleneksel ortaoyunundan başlayarak, alışkın olduğumuz mizahın hemen her zaman siyasal bir içeriği oldu zaten. Özellikle siyaseten kısıtlı dönemlerde, örneğin darbelerden sonra mizahın muhalif damarı iyice belirginleşir. Son yıllarda ekranlarda yaygınlaşan mizahın en belirgin özelliği siyasetle bağını koparması, apolitikleşmesi. Bir kuruma ya da siyasal kişiye saldıramadığından, ana karakter kendini izleyiciye “kurban” ediyor, komik unsur antikahraman üzerinden kuruluyor. Ticari kaygılar, RTÜK, hükümet ne derseniz deyin, şu anda gösterimde olan bir sürü, ismi “aileli” dizilerin, durum ya da absürt komedilerin en temel derdi “muhalif” unsuru kendi kahramanlarına doğru yöneltmeleri ve siyaseten suya tirit gitmeyi tercih etmelerinde.
Yeşilçam’ın üçüncü türü
Didaktik (Levent Kırca tarzı) komediler yerine, Kemal Sunal tarzı, muhalafetini, direnişini açıkça yapmayan, yine de, halk deyimiyle, “salağı” oynar gibi yaparken işini bir türlü halleden, belki daha dolambaçlı ama, daha güçlü bir komedi tarzına dönerek, asla “antikahraman” olmayan komik kahramanlar yaratılabilir. Kemal Sunal’ın tüm sırrı, bu iki özelliği birleştirebilmesindeydi aslında. Onun canlandırdığı kahramana asla tam anlamıyla kızamıyordunuz, bazen biraz “çarıklı erkânıharp” gibi biriydi ama, neticede içimizdendi, kendimiz, hayatımız kadar gülünesiydi. Ayrıca, lâmı cimi yok, siyaseten muhalifti. Burada siyaseti, en geniş anlamında, gündelik yaşama içkin, apartmandaki yönetme/yönetilme biçiminden, sokaktaki hükümranlığa kadar aslında en yalın, en dolaysız hâliyle düşünmek zorundayız. Sunal, her daim içimizdeki muhalife seslenir, onu kışkırtır, onu “politize” edebilirdi. Bir tür Gandhi’ydi aslında, şehre göçle gelen ve merkezdekilerin ezdiği suskun çoğunluğun sesi, bankerlerin “üttüğü” enayinin karındaşı, siyaset tacirlerinin “paraladığı” vatandaşın kızgınlığı, ailelerin “didiklediği” çocukların ruh kardeşiydi vesselâm. Üstelik alabildiğine komikti, hava basmaz, komplekssiz ve sonuna kadar taşralı. Tabii ki 70’ler ve 80’lerde iyice kesifleşen, kırdan şehre göç dalgasının hikayelerini anlatıyordu bu komik adam. Bu nedenle, Kemal Sunal filmlerinin alter-egosu, “ötekisi”, ‘Arabesk’ filmlerin melodramasıdır. İkisi bir arada incelenmeden o dönemi anlamak mümkün değildir. Baştaki meseleye dönersek, Yeşilçam’ın üçüncü türünün (komedinin) günümüz dizilerine bir “pastiş” anlatı olarak dönmesinin mümkün olmadığı da ortaya çıkıyor. Sunal, hiçbir şeyi taklit etmiyordu ki, en hakikisinden, en “sivilinden” bir itaatsizdi sadece. İyi mizah, hakiki anlatılara ihtiyaç duyar ve siyaset bir cesaret işidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder