2 Mart 2011 Çarşamba

Şehirlerimiz ve Şehirlilik

Ahmet Turan Alkan
Klavuz Dergisi 2006

“Yaşama kültürünün ete kemiğe bürünmüş hali” olan şehirlerimizden ülkemize hâl ve gidiş notumuzu verebilir misiniz?

Not vermek bu noktaya pek yakışan bir tabir değil; ebeveyn evladına not vermez, aynada kendimize not vermeyiz; elbette söylenmesi gerekenler hoş şeyler değildir fakat bu bir nevi birilerini suçlu ilan etmek anlamına geliyor. Tarih ve sosyoloji okumaları işaret ediyor ki en ucunda Türkiye’nin yer aldığı ön Asya’da kum saati tersine çevrilmiş; kum tanecikleri hareket halinde; henüz kıpırtısız gibi duran tanecikler de potansiyel hareket vaad ediyorlar. Yeni geçimlikler, yeni üretim tarzı, yeni hayat standartları eskisiyle içiçe dururken baskın hale geçiyor. Şehirler kabuk değiştiriyor, eksen kaymasına uğruyor; insanlar da öyle. Tarıma ve köy hayatına bağlı toplumsal veraset unsurları bir kuşak içinde kolayca değişip dengesini bulmaz. Siyasi hayata bakınız, orada “muteber insan” tipi değişti. Cumhuriyet’in kurucu kadrosunu, klişe bürokratlarını hatırlayınız; bugünün siyasi hayatı onları tasfiyeye uğratıyor. Ucundan kenarından burjuvayı andıran bir tabaka oluşmaya başladı ama henüz gelenekleri, sağduyusu, dünya görüşleri şekillenmiş sayılmaz. Onlar da nihai tahlilde henüz birer kum tanesi.

Şehirlerimizin durumuyla toplumumuzun halet-i ruhiyesi arasında ne menem bir ortak payda var?

Son otuz senede köylü-şehirli nüfus oranı tersine döndü; tahminen on kişiden yedisi artık şehirlerde yaşıyor ve bu sayı giderek artıyor. Şehirlerin yeni sakinleri, henüz dengeli ve kendi içinde tutarlı bir dünya görüşü biçimlendiremediler. İnternet gazetelerinde okuyucuların haber hakkında yazdıkları yorum sayfalarını bu bakımdan dikkate değer bir gösterge olarak görüyorum. İnternet kullanan, çoğu plastik para kullanabilen, azbuçuk yurtdışı görmüş, eğitimli, mürekkep yalamış olması gereken insanların sıradan bir olay hakkındaki görüşleri arasında müthiş tezatlar var; sağduyu yok demiyorum ama sallantıda. Hele haber ideolojik bir boyut taşıyorsa saçmalığın haddi hesabı olmuyor. Sağduyu istikrarsızlığı neticede seçim sonuçlarına bile aksediyor. Bunlar, benim açımdan bir oluş halinin gösterdiği geçici tablolardır; memnun değilim, eleştiriyorum; bu sürenin kısaltılabileceğini görüyorum ama olup biteni anlıyorum.

İçinde bulunduğumuz günleri “yeniden şehirleşmenin nekahet dönemi” olarak tanımlıyorsunuz. Şehirlerimizi tam olarak ne zaman kaybettik? Nekahet dönemi nasıl atlatacağız?

Şehirleri kaybettiğimiz yer, insanların birbirine “kaç kişi kaldık ki şu memlekettte yerli olarak” diye sızlanmaya başladığımız yerdir. İnsanın doğduğu büyüdüğü şehre gelip, en iyi bildiği mahalleyi çıkarmakta zorluk çektiği yerdir, selam verecek birini bulamadığı noktadır kabaca. Yerleşmiş, kurumlaşmış ilişkilerin çözülmesidir, göreneklerin, göz hafızasının boşa çıkmasıdır. O zaman yaşadığınız şehrin kıyısına kendinizi iliştirilmiş bulursunuz ve bir şeylerin değiştiğini anlarsınız ama bir yandan yeni bir dengeler sistemi biçimlenmektedir; yeni oluşlar, yoğruluşlar insana acı verir, yabancılaşırsınız ama yıkıntının üzerine yenisi kurulmaktadır. Yeni düzeeni, yeni ilişkileri beğenmezsiniz, komşularınızı küçümsersiniz ama sizinle birlikte onlar da hızla değişmektedir. Şimdi tam orta yerdeyiz, geçiş dönemini hızlı geçiyoruz. Yüksek hız ortaya enerji çıkarıyor ve bu enerjiyi yönlendirecek kurumlar, yani belediyeler, sivil toplum kuruluşları, merkezi hükümetin katkıları henüz kıvamını bulamadı ama bulacak.

Hacı Bayram-ı Veli’nin “Ben bir ulu Şara vardım / O şarı yapılır buldum / Ben dahi yapıldım / Taş-ı toprak arasında” mısraları “yeniden şehirleşme” günlerimizde bize hangi ilhamı fısıldayabilir?

İşte bu mânidar bir sorudur; yani şehir hayatı yeniden oluşurken temel değerler, temel parametreler olarak neyi koymamız lazım meselesi. Akıllı topluluklar geçmiş tecrübeleri unutmaz ve yeni hayat için orada bir hareket noktası bulur. Hukuk yapısından üretim şekline, tüketim adabından trafiğe, hemşehrilik bilincinden vatandaşlığa kadar şehir hayatını yoğuracak temel unsurlarda önceki tecrübelerden yararlanmak akıllı toplumlara zaman ve sürat kazandırır. Maliyetleri düşürür ama toplumsal zamanın bir hadde kadar sıkıştırılabileceğini de öngörmek lazım. Benim tercihim denge noktasına ilerlerken en azından zaman kaybetmemektir; şimdiki müşterek akıl performansımızla zaman kazanabileceğimi tahmin etmiyorum; gecikmemek bile kazançtır.

Bir sosyolojik kategori olarak köylülüğün tasfiye edilmesi gerektiğinden bahsederken şehirlerin de artık medenî değerleri üreten ve düzenleyen ağırlıklarını kaybettiğini tespit ediyorsunuz. Söz konusu tasfiyeyi ve inşayı yapacak insanlar uzaydan gelmeyeceğine bu değerler nasıl ve hangi koşullarda üretilecek?

Meselenin zamani faktörü burada önem kazanıyor zaten; bir köylü ailesi, bilemediniz üçüncü kuşakta şehir hukukuna ve âdâbına adapte olur ama hukuk ve âdâbı yeniden üretebilecek duruma gelmesi biraz daha zaman gerektirir. Bu işin mektebi yok netice itibariyle; sadece eğitimle olmaz. Yeni şehirlerin ruhunu yine üç-beş kuşak önce köyden şehre gelmiş ailelerin çocukları biçimlendirecek. Neyin, nasıl ve hangi hızda cereyan etmesi gerektiğini bilenlerin bu süreci hızlandırma şansı yok gibi; çünkü durdukları yer yanlış anlaşılmaya ve reddedilmeye çok müsait bir mevkii. Bu zaruri zaman zarfında yanlıştan kaçınmak elzemlerin elzemi. Mesela bu süreçte üretkenlik ruhunu yüceltmek lazım, istatistiklere akseden tarafıyla üretimi artırmaktan, büyümü hızını katlamaktan söz etmiyorum. Üretkenlik heyecanını telkin edemezsek, uygun vadilere sevkedemezsek şehirler toplumsal enerjiyi soğuran, masseden yerler haline gelir sosyal patlama melcei olurlar. Yani kısaca ağır ağır acele edilecek bir süreçtir bu.

Şehirlerin sorunlarına sebep olarak “eğitim”den ziyade “emek” eksikliği olduğunu ifade ediyorsunuz. İnsanlar niçin emeklerini yaşadıkları yerlerden (yani kendilerinden) esirgiyorlar?

Az önce bahsetmeye çalıştığım şey de budur işte. Üretkenlik heyecanı, kendi eğitim sürecini kendi bünyesinde büyütür zaten. “Akçe sayış, yol yürüyüş öğretir” derdi annem. Nitelikli emek sahibi olmak şahsiyetin kendini inşa etmesi için çok önemli bir dönemeç; meslek sahibi olmak, bir insanın dünyada hangi işe yarayacağını, hangi bütünün parçası olduğunu bilmesi çok önemli. Lümpenleşmekten ancak böyle sıyrılabilirsiniz, ayağınız yere basar ve bilirsiniz ki sarfettiğiniz emek, durduğunuz yerin bedelidir. O zaman başkalarının emeğinin ne anlama geldiğini de farkeder, saygı duymaya başlarsınız. Bu noktada hukuk, hareketlerinizi sınırlandıran lüzumsuz bir örümcek ağı olmaktan çıkar, varlığınızı emniyete alan bir karşılıklı saygı şebekesine dönüşür ve varlık sebebini size ihsas eder.

Şehirleşen nüfusun kendi taleplerini dile getirecek elitlerden mahrum kalması neden kaynaklanıyor? Şehirlerimizle siyasetimiz arasında bir devlet-millet kopukluğu mu yaşanıyor?

Bu soru üzerine doktora hacminde cevap ve spekülasyon üretilebilir. Şehirler yeniden oluş halini yaşarken şehirli talepleri dillendirecek kişiler de aynı süreci yaşıyor. Türkiye’nin belli başlı bütün meseleleri bu ıskalada tarif edilebilir; laiklikten eğitim kalitesinin düşüklüğüne, bürokratik tahakküm geleneğinin devamından hazmedilmemiş çevreciliğe, sermayenin temerküzünden imar uygulamalarına kadar… Henüz iktidarı kimin, ne dereceye kadar sahilneceği ve tasarruf edebileceği dahi Türkiye’de günlük tartışma konuları arasında. Dolayısıyla kitabi bir bakış açısıyla kenara çekilip şu şöyle bu böyle olmalı demek fazlaca mânidar değil. Hareket halindeki bir damperli kamyonun arka kasasında ziyafet sofrası kurup servis yapmak gibi bir şey bu. Sadece belediye seçimlerine bu perspektifinden baktığımızda yığınla önemli tesbit başlığı çıkarabiliriz. Bu noktada iyimser olmayı gerektirecek husus, mahalli yöneticilerin siyasette ağırlık kazanmaya başlaması. Bu dalganın güçlenerek devam etmesi temenni olunur; siyasetin mahallileşmesi mânâsında değil, mahallî olanın siyasette ağırlık kazanması anlamında söylüyorum. Şimdilik belediye yönetimleri küçük sultanlıklar tarzında varlığını idrak etme safhasında bulunuyorlar, bu hazımsızlık noktasında fazlaca duraklamaya hakkımız yok.

Bir son şans olarak gördüğünüz kentsel dönüşüm projelerinden ümitvar mısınız?

Bu projenin başarılı olması, sivillik bilincinin, sivil toplum desteğinin fevkalade yoğun olmasına bağlı. Kamu iradesi ile sivil güçlerin âhenkli beraberliği ile bu projeden ciddi çözümler beklenebilir; imkânsızı tarif ettiğimin farkındayım, en azından şimdilik. Oysa ki hal-i hazırdaki yaklaşım biçimi şöyledir; devlet yapsın, maliyeti üstlensin, hakkımı zâ’y etmesin. Öteki taraftan devletin bu işe ne derece hâhişkâr olduğunu da bilmiyoruz; bu proje uygulanma safhası geldiğinde büyük sızıltılara, protestolara sebep olur. Pilot uygulama İstanbul’dan başlayacağına göre hangi iktidar bu derece kesif bir oy deposunda kendisını tartışılır hale getirmeye cür’et eder? Hâsılı kısa vâdede bu projeden ümiitvar değilim ama hararetle destekliyorum.

Mimar Sinan, Mimarlık Fakültesi mezunu olmadığı için mi böyle güzel eserlere imza attı? Yoksa kabahat bizim Mimarlık Fakültelerinin boyunu aşacak kadar derin bir mesele mi?

Mimarlık eğitiminde büyük zaaflar yaşandığı muhakkak ama aynı zaaf, meselâ hukuk eğitimini de kapsıyor; öyle olmasa 1960’da ülkenin en mümtaz hukukçuları (!), darbenin ertesi günü, “ne iyi ettiniz de darbe yaptınız; ellerinize sağlık” diyemeyeceklerdi. Mesele elbetteki eğitimin çapını aşıyor. Ben her derdin devasını eğitimde gören reçete yazarlarından değilim. Bu mânâda söylemek gerekirse en müessir ve manidar eğitim ailede başlar ve biter bana göre. Sinan kafgası karışık olmayan ama bir başka açıdan zihnen müthiş bir hareketlilik yaşayan bir adamdı; onun entellektüel kabiliyetlerine erişebilmek için biz sonrakiler talihsiz kuşaklarız. Mimarlık fakültelerine de fazlaca yüklenmek haksızlık olur zannındayım.

“Şehir kurucu” kabiliyetimizi hangi kayıp eşya bürosundan temin edebiliriz?

Doğru dürüst tarih okumak yetişir; mukayeseli tarih ve gerektiğinde detaylarına sokulmanıza izin veren bir tarih külliyatı. Ama meseleyi sadece anlamak, kavrayabilmek için. Anlamakla yapmak ayrı şeyler; biz henüz işin anlama safhasındayız basit doğrular etrafında lüzumsuz meydan muharebeleri veriyoruz.

İstanbul’a öyle bir yığılma var ki, fizikî imkân bulsak Türkiye’de taş üstünde taş bırakmayıp ne var ne yoksa bu şehre sıkıştıracak gibi davranıyoruz. Bu İstanbul’un cazibesi futboldan medyaya, finanstan ticarete her şeyimizin payitahtta temerküz etmesiyle sonuçlandı. Bu da İstanbul’da mevcut iki otogardan birinin Adapazarı’na diğerinin de Çorlu civarına taşınması ihtiyacını bile doğurabilir. “Altıncı Şehir”in yazarı olarak bu yığılmayı ve Türkiye’ye etkilerini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Kaçınılmaz bir durum bu; Osmanlı coğrafyasının Selanik gibi, Kahire gibi, Bağdat, Musul gibi ikinci derecede câzibe merkezleri vardı bu şehirler büyük nüfus tutuyorlardı. Misak-ı Milli haritasının en cazip yeri İstanbul’dur, İzmir bile sönükleşmeye başladı ki bu hayret edici bir haldir. Mahallenin bütün delikanlıları İstanbul’a boşuna aşık olmuyor yani. Kızmak, eleştirmek mânâsız, çünkü İstanbul o çok renkli yapısıyla herkese bir kıyısında, bucağında sığınılacak bir melce gösteriyor; orada kendi taşranızın sıcaklığını buluyor, yaşıyorsunuz. Bu akışı hiç bir kanun tersine çeviremez, o yüzden yapılacak şey belki de İstanbul’u manidar parçalara ayırıp, aralarında insanı mesafeler bıraktıktan sonra hepsinin kıyısına birer otogar inşa etmektir.

İstanbul, Ankara, İzmir gibi yerlerde yaşayan insanlar çoğunun geri dönme ihtimali olmasa bile kendilerini babalarının, dedelerinin topraklarına ait hissediyor ve o topraklar üstünden tanımlıyorlar. (Mesela bana nerede doğduğumu soranlar, İstanbul olduğunu öğrenince hemen baban nereli diyor. Onun da İstanbul’da doğduğunu öğrenince hemen dedemin doğduğu yer devreye giriyor. İstanbullu olmak bizim pek tanımadığımız bir kavram.) İnsanlar kendilerini hangi koşullarda doğdukları şehirlere ait hissedebilirler? Vatandaş İstanbullu olacak mı?

İstanbullular hep öyle İstanbullu oldular zaten; bugün İstanbul’de kendini taşradaki şehriyle tanıtan mukimlerin, birkaç kuşak sonra İstanbul’u sahipleneceğinden eminim; İstanbul sahiplenilmeyecek gibi değil ki. Benim anlamadığım, taşra menşeli birçok dostumun daha yıllar öncesinden Ankaralık bilincini sahiplenmesi olmuştur. Ankara nasıl sevilir, insan kendini nasıl oraya ait hisseder bilmem; Ankara için daha şimdiden varid olan şey, İstanbul için asla problem teşkil etmez; kimleri öğütmemiştir ki o mehteşem değirmen.

Şehirlerimiz hakkında yayınlanan kitapların önceki döneme göre bir artışı söz konusu. Önemli bir bölümü “nostaljik” nitelik taşıyan bu yayınları “Son Bakışta Aşk” olarak mı görmeliyiz? “Altıncı Şehir”in yazarı olarak şehir kültürü çerçevesinde yapılan yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şehir kitaplarının artışını çok önemli ve hayırlı buluyorum; vakıa büyük kısmı, (benim yazdığım da dahil) nostaljik bir muhteva taşıyor ama nostalji, uğramakdan kaçınamayacağımız bir durak. O durağı hızla geçmeliyiz. Şehir edebiyatı henüz oluş safhasında, kaybettiklerimizin envanterini yapıyoruz bir noktada ama bu edebiyat devam ettikçe o envantere aşkımı ilan edip durmak yerine onlardan bir tecrübe unsuru gibi yararlanmak gerektiğini göreceğiz.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı