Sayı: 843 / 31-01-2011
Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Murat Yel ile Türkiye’de muhafazakârlığın özellikle kapitalizm ve tüketim anlayışını konuştuk. Yel, muhafazakârlar arasındaki ‘beyaz’-‘esmer’ ayrımının gün geçtikçe arttığını belirterek AK Parti’nin ‘esmer muhafazakârlar’dan giderek koptuğunu iddia ediyor.
-Muhafazakârlık, Türkiye’deki anlamıyla nedir?
Muhafazakârlık, daha çok sağ kesimle anılan ve statükoyu korumaya çalışan bir ideoloji. Siyaset bilimi literatüründe muhafazakârlık daha çok orta kesim, orta üst kesim ya da ‘petite’ (küçük) burjuvazi dediğimiz kesimlerin ideolojisi. Sol değerler ise daha çok işçi sınıfının ideolojisi. Ama Türkiye’de tam tersi. Türkiye bu bakımdan, siyasi literatürde ‘Amerikan istisnacılığı’ denilen bir kavramla açıklanabilir. ABD pek çok konuda istisna teşkil eder. Hem moderndir, hem laik değildir. Türkiye’de orta ve alt kesimler daha muhafazakâr; üst kesimler daha laik. Cumhuriyet kurulduğunda, Fransa’daki ‘militan laikliği’ örnek almıştı. Yani devletin dine karşı mesafeli bir tutumu… Ama Anglosakson tipi (ABD, İngiltere vs…) diye adlandırdığım ülkelerdeki sekülerlik ise devletin kendi tebaası içinde yaşayan farklı dinlere eşit mesafede bulunması. Ben bu mesafeyi müspet yönde görüyorum. Onların dinlerini yaşayabilmelerini sağlayacak bir ideoloji. Her dinin kendisine ait ritüellerini yaşama, onu tebliğ etme hürriyetine sahip olması. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle devlet, dine karşı tutum almak yerine, dinleri ya da dinî grupları eşit mesafede görmeye başladı.
-Türkiye dindarlaşıyor mu?
Dindarlaşmıyor, gözle görülür bir biçimde sekülerleşiyor. Bu ülkede ‘şeriat devleti’ isteyenlerin oranı, yüzde 7’yi geçmez. Bu konuda Cumhuriyet devrimleri, oldukça başarılı oldu. Özellikle de laiklik! Türkiye, Fransa yerine İngiltere’deki gibi bir sekülerleşme modelini benimseseydi, bugün çok daha farklı bir yerde olabilirdi!
-Nasıl bir ülke olurdu?
Kısır tartışmalardan uzak, daha müreffeh ve çok daha ileri bir demokrasiye sahip bir ülke... İki-üç insan çarşaflı dolaşıyor diye yıllarca bu ülkede ‘Rejim elden gidiyor’ tartışmaları yaşandı. Ya da ‘Kız öğrenciler başını örtmeli’ diyemedi devlet. Devlet herhangi bir dinî hareketi sürekli kendisine rakip gördü, engellemeye çalıştı. O enerjisini üretimde, kapitalistleşmede, ‘petit’ burjuvazinin gelişmesinde kullanabilirdi, o askerî darbeler yaşanmayabilirdi.
-Ortaya çıktığı anda ‘din’i dışlayan modernitenin bugün ‘din’le eklemlenmesine ‘yeni modernite’ mi demeliyiz, yoksa ‘postmodernite’ mi?
Postmoderniteyi, moderniteyle hesaplaşma olarak görüyoruz. ‘Hiçbirimizin doğrusu yok, herkesin doğrusu kendine olsun’ şeklinde bir anlayış… Böyle değil tabii ki! Burada evrilen ve dönüşen, modernitenin kendisi. Modernitenin dayanağı olan laiklik, iflas etmeye başladı. Fransızcada bir deyim var: ‘La rovanche le Dieu’… Tanrı’nın Rövanşı… Siz Tanrı’yı gündelik hayattan, siyasi hayattan çıkarmayı denediniz; ama olmadı! Aydınlanmacılık iddia etti ki ‘Din, bir-iki nesle kadar, en azından Avrupa’da yok edilecek.’ Bizde bu, doğrudan söylenmese de, ‘Dinle işimiz yok. Modern bilimin öğretilerini kabul edeceğiz.’ anlayışı ima edildi. Ancak Tanrı rövanşını alıyor. Bu, dindarlaşma değil! İnsanların özgürleşmesi ya da dinlerine karışanın olmaması. İnsanlar özgürlük istiyor. Buna ne devlet karışsın ne başkası. Türkiye’de çok daha hızlı bu. Çünkü insanlar demokrasinin, özgürlüklerin tadını yavaş yavaş almaya başladı. Modernleşmenin her türlü imkânından faydalanmak, aynı zamanda başörtüsünü takıp namazını kılmak istiyorlar. ‘Başörtümü, farklı şekillerde, farklı markalarla takabilmek istiyorum.’ diyorlar. Şimdiye kadar bu olmamıştı! Bu başörtüsü artık, annelerimizin başörtüsü değil. Anlamı çok farklı bir hâle geldi.
-Ne hâle geldi?
Şu anda Türkiye’de yükselen bir muhafazakârlık ve ‘taşra’dan ‘merkez’e doğru bir kayış var. Ama bu kayış, bana göre problemli! Mesela Picasso’nun soyut resmini gören biri, ‘Ne var canım, bunu ben de yapabilirim’ deyip kanvasın üzerine taklit etmeye çalışabilir. Şu anda Türkiye’deki muhafazakârlığın moderniteyle ilişkisi de biraz böyle! ‘Taşralı’ zihniyet öne çıkmaya başladı: ‘Başımı bu marka başörtüsüyle bağlarım, büyük arabalara binerim vs…’ Ama bilinçte bir eksiklik var. Öteden beri gelen bir alışkanlık olmadığı için, onu taşıyamıyor. Şu anda ‘Picasso’nun resmini taklit etme’ anlayışıyla hareket eden ‘dindar burjuvazi’ ile karşı karşıyayız.
-Moderniteyi bilmemek, sadece tüketmeyi anlamak da etken olabilir mi?
Çünkü Picasso’nun resmiyle büyümediler. Uzun süre modern değillerdi. Taşrada, Cumhuriyet’in empoze ettiği moderniteden, nispeten steril kalabilen gruplardı. Şehirleşmeyle beraber, AK Parti iktidarının da pekiştirmesiyle, refah seviyeleri yükseldi ve modernitenin tüketim alışkanlıklarıyla tanıştılar. Bu sefer de nasıl tüketeceklerini bilmiyorlar! Yavaş yavaş öğrenilebilecek bir şey bu. İngiltere’de kullanılan ‘old money’ diye bir şey var. Sülalenizden zengin değilseniz ‘sonradan görmelik’ ortaya çıkıyor. Şu anda olan şey bu. Bir-iki nesil sonra belki bu insanlar çok daha farklı yerde olacak; ama bir dönem Cumhuriyet elitlerinin yaşadığı acemilikleri, şimdi dindar ve taşralı kesim yaşıyor. Ve Cumhuriyet elitleri, onları hâlâ hor görüyor. Cumhuriyet’in kuruluşunda da ‘taşra’yı hor görmüşlerdi. Şimdi o ‘taşralılar’ merkeze geldiler. Daha görünür oldular; ama bu görünürlülük onların aleyhine olmaya başladı. Muhafazakârlar, öte tarafa geçti. Cumhuriyet elitleri de ‘muhafazakâr’laşmaya başladı. Bulundukları merkezi muhafaza etme konumuna geldiler.
-Muhafazakârlık da moderniteyle birlikte dönüşüyor. Özellikle de ‘şehirli dindarlık’ kavramı, sosyolojik anlamda cemaatlerce temsil ediliyor.
Burada bir sosyal aktör olarak Fethullah Gülen’i çok etkili buluyorum. Gülen, bu ülke insanını değiştiriyor, dönüştürüyor. Türkiye’deki insanların büyük bir kısmı, Gülen Hareketi içinde yer alan okullarla, dershanelerle bir şekilde bağ kurdu. ‘Şehir İslâmı’ diyebileceğimiz, radikal olmayan bir anlayışı fark ettiler. Benim annemin muhafazakârlığından farklı bir muhafazakârlık oluşmaya başladı. Annemi, dışarıda, başı açık görmedim. Ama teyzemin nişan fotoğraflarına bakıyorum; teyzem ve annemde japone kollu kıyafet, mini etek ve pür makyaj… İkisinin de başı açık. Demek ki ikisinde de nişan ve düğün olduğunda başlar açılırmış. Bugün bir başörtülü kız, düğün varmış, erkekler varmış, başımı açayım, demiyor. Bu, hem tüketim alışkanlığını hem de dindarlık algısını değiştirdi. Başörtüsü daha çok bir kimlik hâline geldi. Ama annenin başörtüsü reddedilmedi, sahiplenildi. Ona yeni bir anlam yüklendi. Annesi, markası bilinmeyen bir başörtüsünü çenesinin altına bağlıyordu; ama kızı daha bilinçli, öte yandan daha modern bağlıyor. Bu harikulade bir şey!
-Burada bireysellik vurgusu da var mı?
Modernitenin getirdiği biçimde… Türkiye dindarları, modernleşiyor. Eskiden arabasına bir muska takarak korunabileceğini düşünenler, bugün daha dindar olmalarına rağmen öyle bir şey yapmayıp kasko yaptırıyor. Modernleşme bunu getirdi; ama dindarlığı da artırdı. Modernlik, tatil yapmayı gerektiriyor! Tesettürlü rahat edebileceğiniz oteller, en lüksüne varıncaya kadar hizmet veriyor. Modernlik sinema mı gerektiriyor? Buyurun, kendi filmlerimizi yapalım. Modernlik ne gerektirdiyse hepsi yapıldı; ama dindarlıktan vazgeçilmedi.
-Birey oluşunu önemseyen bir mümin tipi var. Muhafazakârlık ve bireysellik arasında nasıl bir ilişki söz konusu?
Modernitenin özelliklerinden biri de özgürlük! Batı bunu çok önceden yapabilmişti. Türkiye’deki modernlik dünyadaki birçok ülkenin ötesine geçmiş durumda. Batının her türlü empozesine karşı, hayat tarzı sürüyor. İnsanlar, evlenene kadar anne-babalarının yanında yaşıyor. Bireysel kararlarında hâlâ anne-babanın, çevrenin tesiri var. Yine de bir kız çocuğu ‘Liseye, üniversiteye gitmek istiyorum.’ dediğinde, çok daha rahat gidebiliyor. Hâlâ alt seviyelerde bireysellik var. İmam hatip liselerinin açılması, modernitenin muhafazakâr kesimdeki başlangıcıydı.
-Nasıl?
Taşrada muhafazakâr dediğimiz kesim, kız çocuklarını okutmayacakken, imam hatipler sayesinde çocuklarını okula gönderdi. O çocuklar üniversiteye gönderilmedi belki; ama onlar da kendi çocuklarının en iyi seviyede eğitim almasını istediler. Efemine olmasa bile, kadınların hâkim olduğu bir toplum bu. Anne, hem erkek hem kız çocuğunu yetiştiren bir figür. O anneler, gönül rahatlığıyla çocuklarını o okullara gönderebildi. Köy enstitüleri devam etseydi, muhafazakârlık ve modernleşme bu kadar erken bulaşamayacaktı! Dini, modernleşmenin dışında tutmak isteseydiniz, bu denli modernleşemeyecektiniz! Ardından Gülen Hareketi’nin okullaşma eğilimiyle beraber modernleşme, bireyselleşmeyi de getirdi.
-Bahsettiğiniz değişim sürecinde, gündelik hayat pratiklerine ve tüketim alışkanlıklarına bakarak muhafazakârlara yönelik ciddi eleştiriler getiriliyor.
Tabii ki bir parça haklılık payı var. Burada unutulmaması gereken, bireylerin kendi kararları. Örneğin başörtüsünü öyle bağlıyorsa, saygı duymak lazım. Başörtüsüne eleştiri getiremiyorsunuz, “Bu kadar incikli-boncuklu, bu kadar pahalı başörtüsü mü takılır?” diyorsunuz.
-Bu yönde muhafazakâr kitlenin kendi içinde yaptığı bir ‘seçkincilik’ eleştirisi de var.
Bu açıdan haklılar. Çünkü o seçkincilik ve elitizm, kapitalizmin getirdiği bir yan etki. Bundan kaçınmak zor! Türkiye’deki dindar kesimin kendi burjuvazisini oluşturduğu ve köklerinden uzaklaştığı doğru. Jipe binen başörtülü bir genç kız, otobüs durağında bekleyen başörtülü kızı çok farklı görmeye, hatta görmemeye başladı.
-Bu bir tehlike mi?
Geçenlerde başörtülü bir reklam ajansı sahibiyle tanıştım. “Sizin üniversitenizde öğrenciler başörtüsüyle derslere girebiliyor mu?” diye sordu. Ben “Evet” deyince; “Aaa nasıl izin veriyorsunuz, ben olsam izin vermezdim.” dedi. Kendisi üniversitede muhtemelen bunun acısını çekmişken; şimdi kendisi gibi olanları görmemeye başlıyor. Tehlikeli bir gidişat. Çünkü jipteki kız, o siyasi menfaatlerinin getirdiği konumdan ötürü orada bulunuyor. Dolayısıyla iktidar değiştiği zaman, o konumunu kaybedecek. İçinde bulunduğu durumu korumak için CHP’ye oy verenler gibi, o da AK Parti’ye oy vermeye devam edecek! Görülmediğini fark eden taban ise kendisine umut olabilen başka partilere kayacak. Siyaset öyle bir şey. ‘Esmer’ kalabilmek zor. Ya da her ne kadar burjuvaziye geçmiş olsa bile, kendisini o ‘esmer’ tabanla aynileştirebilmek zorlaşıyor giderek. Ama Türkiye’deki muhafazakâr burjuvazi, ‘beyaz’laştığının farkında bile değil!
-‘Beyaz eğilimliler’, ‘beyaz Türkler’ ile, İstinye Park gibi yerleri, yaşam alanlarını paylaşıyor. Bu ‘karşılaşmalar’da nasıl bir ilişki kuruluyor?
Beyazlaşmaya çalışan Türkler tabii ki beyaz Türkler tarafından hemen kabullenilmedi. Beyazlaşan muhafazakâr kesim, ‘kendilerine katlanılmış olma’yı da hissediyor bence. Nişantaşı’nda alışveriş yapmak, bir kesim için doğduğundan beridir normal bir davranış biçimiyken; öbürü için Picasso resmini taklit etmek gibi… Eğreti duruyor. Beyazlaşan dindar burjuvazi, kendi tabanıyla da mekansal olarak karşılaşmıyor.
-Arafta kalma durumu mu?
Kesinlikle! Belki bunların çocukları daha rahat davranabilecekler. Ya da eskiden beridir beyaz olan Türklerin çocukları, onları görmeye alıştığı için, onlarda bir alışkanlık olacak. Böylece karşılıklı, daha sağlıklı ilişkileri olacak. Ama bu seçkinciliğin paradan öte bir yanı var. Bütün mesele ‘new money’-’old money’ dediğimiz ayrımda yatıyor. Pek çok beyaz Türk’ün yapamayacağı alışverişi yapabilirsiniz; ama siz hâlâ ‘yeni para’ sahibisiniz. Ama bir-iki nesil sonra belki kalkacak, şu anda bir gerilim var.
- ‘Beyaz muhafazakârlar’ bunu bir komplekse dönüştürüyor mu?
Dönüştürüyor tabii ki! Daha düne kadar birçok yere giremezken; şimdi oralara girip alışveriş yaparken içinizin rahat etmemesi, problemli bir ruh hâli! Hem siyaseti hem de ülkedeki gündelik hayatı baştan sona etkileyebilecek bir halet-i ruhiye. Şu anda AK Parti’nin en büyük problemi bu! Beyazlaşan kesimi kendisine taban olarak görmeyip belki HAS Parti’nin yaptığı çıkış gibi, hâlâ esmer kalmayı başarabilmiş insanları hedef almalı. Bu anlamda, önümüzdeki seçimler bence ‘esmerler’in seçimi olacak.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-28559-esmer-muhafazak%C3%A2rlar-secimlere-damga-vuracak.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder