Taraf Gazetesi, Şubat 2008
.
Osmanlılık veya Batı dillerinde Ottomanism’in; Türkiye Cumhuriyeti kimliğine giden yol üzerinde can alıcı önemde bir yeri vardır. Türkiye’de ve Batı’da Osmanlılığa çok olumsuz bakılmaktadır. Cumhuriyet rejimi Osmanlılığı, saltanatı ve halifeliği temsil ettiği nedeniyle siyasi rakip görerek reddetmiş, hatta Ziya Gökalp Osmanlılığı Türk milletinin millî dil ve kültürünün gelişmesini önlediği için mahkûm etmiştir. Daha kötüsü Osmanlı, Gökalp’a göre bir üst dil ve kültüre sahip hâkim bir sınıf olduğu için idare ettiği halktan ayrı yabancı bir sosyal gruptu. Batılılar yaratılışından beri Osmanlıya karşı olduğu için (1396 Niğbolu ve 1444 Varna Haçlı seferlerini hatırlatmak yeter) Osmanlının çöküşünü hazırlamakla kalmamış bu çöküşü medeniyetin ve insanlığın bir zaferi olarak görmüşlerdir. Bu durum karşısında Cumhuriyet idarecilerinin Osmanlıya sırt çevirerek millî tarihi 1923’te başlatmalarını anlamak kolaydır. Ancak Cumhuriyet kendi toplumunun temelinde yatan kolektif dayanışmayı ve kimliği Osmanlının hazırladığını uzun süre görmezlikten gelemezdi... Gerçek şudur ki bu sosyo-politik kültür ve toplum olmasa idi Cumhuriyet de olmazdı. Osmanlı olarak doğan, eğitimini Osmanlı okullarında alan ve ilk siyasi kimliklerini Osmanlı olarak tanımlayan kimselerin bir anda “Türk”, “Cumhuriyetçi” ve bunlara köklü bir şekilde bağlanmalarını anlamak kolaydır, çünkü bu “yeni” kimlikler eskilerinin “millî”leşmiş şeklidir.
.
Bir yerde Osmanlı kolayca Türk olmuştur, fakat nasıl bir Türk? Bu sorunun cevabını, sosyo-politik kimlik değişmelerini tarihî gerçeklerin ışığında incelemekle verebiliriz. 19. yüzyıl boyunca oluşan bu gelişmeler Osmanlılık kavramında simgeleşmektedir. Ancak 19. yüzyılda ortaya çıkan Osmanlılığın daha evvelki yüzyıllardaki geleneksel tarihî Osmanlılıktan çok farklı olduğunu peşinen belirtmek gerekir. Eski Devlet-i Ali-i Osmanî bir hanedan devleti idi ve bu kimliğini tebaanın etnik ve dil kimliğinden almadığı açıktır. Ama devlet kurucularının dili Türkçe idi. Devlet hanedan ismini almadan evvel onlar Osmanoğulları olarak bilinirdi, benzeri de çoktu. Din Müslüman tebaa ile hanedan-devleti birbirine yakınlaştırır ve gayrimüslimden ayırırdı. Klasik devletler siyasi elitler (buraya hanedan dâhil) din, dil, kavim-soy ve bunların doğurduğu hukuki-siyasi düzen ve onun kültüründen oluşur. Din siyasi sistemin destekçisidir, özü değildir. Cengiz Han’ın kurduğu devlet ve onun devamı olan devletler de başlangıçta hanedan ve özel hukuki-siyasi bir düzen üzerine oturmuşlardı. Fakat ayakta kalabilen Cengiz sülalesi devletleri din sayesinde (Altınordu ve kısmen İlkhanidler) yaşayabilmişlerdir. Eski ve yeni Osmanlılığın ve bilhassa onların doğurduğu siyasi kimliklerin doğru değerlendirilmesi Türkiye’nin siyasi kimliğinin daha sıhhatli anlaşılmasına yol açabilir. 1839 Tanzimat ve bilhassa Islahat Fermanı idare eden (devlet) ve idare edilen (tebaa) arasındaki geleneksel siyasi ilişkileri yeni bir esas üzerine kurmayı amaçlıyordu. Bu yeni esas Batı’nın baskısı ile kabul edilen kişi üzerine oturmuş devletti ki bunun temeli vatandaşlık kavramı idi ve onun kökeni 1856 Islahat Fermanı’ndadır. Vatandaşlık, eskiden padişah ve tebaanın arasında sultana itaati esas alan kişisel ilişkiler yerine tebaa’yı vatandaş yaparak onu devlet ve devleti idare edenlere (bürokrasiye) bağlamıştır. Devlet padişahın şahsında simgelenen kişisel bir varlık olmaktan çıkarak soyut bir kavram olmuştur. Gerçi sultan –devlet başkanı olarak gözükmekte devam etmişse de o eskiden olduğu gibi devletin mutlak maliki sahibi değil, devletin bir uzvu (organı) haline girmiştir. Bu modern, Batı devlet modeline giden ilk büyük adımdı. Böylece Osmanlılık ilk kez kişiyi devletin temeli yapmış ve kişiyi böylece siyasileştirmiştir. II. Mahmut zamanında çıkarılan mürûr tezkeresi (seyahat vesikası) bir süre kimlik ve bir süre pasaport olarak kullanıldıktan sonra “hüviyyet tezkeresi” “hüviyyet cüzdanı” isimleri ile bugünkü kimlik nüfus cüzdanı haline gelmiştir. Bu cüzdan kişiyi padişahın kulu (tabası) olmaktan çıkararak devletin vatandaşı olduğunu simgeleyen bir vesikadır. Pasaport, sonraları dış ülkelere seyahat için kullanılan ve dış ülkelerde Osmanlı vatandaşlarının hukuki durumunu tespit eden ayrı bir vesika olarak verilmiştir. Osmanlılık, vatandaşlar arasında din, dil, mevkii farkı gözetmeksizin hukuki eşitlik getirerek teorik olarak devleti vatandaşların ortak sahip oldukları bir kurum haline sokmuştur ve Cumhuriyet halkçılığın, yani demokrasinin ifadesi olarak demokrasinin temelidir. Daha 1920’de Atatürk halkçılığın devletin halkı idaresi manasına geldiğini ifade etmiştir. Demokrasinin kökeni budur. Gerçekten 1876 1. Meşrutiyeti, eşit ilan edilen vatandaşların devlet idaresinde söz sahibi olmasını amaçladığı için, demokrasiye gidecek adım olarak görmek yerindedir. Fakat “eşitliği” uygulayacak bürokrasi kendini “halk” olarak görmüş ve “halk” adına siyasi gücü kendi elinde toplamıştır. Diğer yandan yeni Osmanlılık klasik devletin temeli olan cemaati bir yana bırakarak ferdi esas olarak alması beklenilmedik ayrılıklara yol açarak siyasi kimliğin din üzerine kurulması ile neticelenmiş ve bu da nüfusu ikiye bölmüştür. Böylece hem Batılılar hem de Osmanlı idarecileri değiştirmeye kalktıkları devletin niteliğini anlamadıkları için modernleşmeyi de yanlış yola sevk etmişlerdir. Çok girift ve anlaşılması güç olan bu değişmeleri şu şekilde özetleyebiliriz:
.
Bilindiği gibi klasik Osmanlı devletinin cemaat yapısı her cemaate, yani din esasına göre kurulan “milletlere” ve her “milletin” içinde bulunan etnik ve dil gruplarına kültür, eğitim, aile hukuku alanlarında mutlak otonomi tanıyarak devleti bu hakların ve otonominin koruyucusu haline sokmuştur. Devlet Müslüman’dı fakat kendine göre laikti çünkü çeşitli dinlere --İslama şeklen siyasi üstünlük tanımakla beraber- eşitlik sağlamıştı.
.
Devlet gayrimüslim gruplara verdiği kültürel-dinî-hukukî otonomiyi İslamın geliştirdiği Zımni (İslam devletine tâbi olmuş, korunmuş) kavramından hareket ederek yapmıştı. Fakat klasik Osmanlı devleti bu İslami prensibin ana esaslarına bağlı kalmakla beraber patrikhanelere ve onların synod (meclis)lerine verdiği etkilerle bu zımniliğin anlamını hayli genişletmiş ve değiştirmiştir. Kilise bu “Müslüman” devletin bir organı olarak bu düzenin baş destekçisi olmuştur. Bu sayede gayrimüslim milletler ve onların etnik birimleri Osmanlı idaresi süresince padişahın tebaası olarak evrim ve değişme geçirerek durmadan gelişmişlerdir. Bu sayede kilise sanatı, gayrimüslimlerin ticaret hayati, okul sistemi devamlı gelişmiştir. 19. yüzyılda Islahat Fermanının gayrimüslimlere sağladığı “eşitlik” statükosu ve Batı’nın ekonomik ve eğitim desteğiyle bu gayrimüslim cemaatleri Müslümanlara göre çok daha hızla modernleştirerek içinden etnik ve dinî bilince sahip yeni bir orta sınıf ortaya çıkarmışlardır. Böylece din eşitliği üzerine kurulmuş klasik Osmanlı devleti --Osmanlılık sayesinde- Müslüman ve gayrimüslimleri birbirine rakip, hatta düşman hale gelmiştir. Osmanlılık devleti cemaat esasından ayrılarak kişiyi devletin temeli yapmaya onun üzerine kurmaya (sonuçlarını pek de düşünmeden) karar verip buna göre yeni bir hukuki düzen uygulamaya başlayınca eski dinî, dil kimlikleri “millî” kimliğe dönüşerek Müslimler ve gayrimüslimler arasında beklenilmedik bölünmelere ve ihtilaflara yol açmıştır. Osmanlı devletinin akıbetini bu ayrılıklar tayin etmiştir. Eskiden din, dil, vs. temel (primordial) toplum özellikleri devlet üstü adeta Tanrının verdiği ve kulların değiştiremeyeceği temel haklar olmaktan çıkarak devletin iradesine bırakılmış bir lütuf haline gelmiştir.
.
Osmanlılığın eşit vatandaşlık sayesinde bu ayrılıkların üstüne çıkararak devletin parçalanmasını önleyemeyeceği ve isminin kötüye çıkacağı kaçınılmazdı. Fakat Müslim ve gayrimüslim farkları halen devam etmekte ve siyasileşmekte çünkü devletin “sahibi” Müslümanlardır ve diğerleri azınlık olmuşlardır. Nasıl ki bugün bir gayrimüslim, vatandaş olarak “Türktür” fakat toplum gözünde “Türk” değildir.
Osmanlılık 19. yüzyılda devlete siyasi bir kimlik vermiştir ki bu kimliği eninde sonunda çoğunlukta olan tebaanın ve devlete fiilen hâkim olan elitler ve onların kültürü tayin etmiştir. İşin garibi şudur ki modernleşmeden evvel devletin siyasi kültürü elit kültürü olarak halk kültüründen nispeten farklı olmasına rağmen devletin halkın isteklerine ve kültürüne yani dine uymak zorunluluğu (şeklen “şeriat isteyerek” yeniçeri feryatlarına boyun eğmekle beraber) yoktu. Devletin idare ettiği halktan sosyal bakımdan kesin ayrılması yani reaya ve askeriler arasında duvarların aşılmaz olması devleti tebaaya hesap vermek zorunluluğundan muaf tutuyordu. Osmanlılık ise bu duvarı yıkıyor ve devleti idare edenleri halka hesap vermek durumunda bırakıyordu. Bürokrasinin Tanzimat ile elde ettiği gücünü durmadan genişleteceği ve bu gücü kendisinin tarif ettiği bir modernleşme ile meşruti hale sokacağını beklemek doğaldır. (19. yüzyılda oluşan bu gelişmeler Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.)
.
Ziya Gökalp’ın gördüğü “Türk halkı” ve “Osmanlı idarecisi” ayrılığını “millî”likle açıklamak mümkün değildir çünkü 1856’dan sonra hem halk hem bürokrasi “millî”leşmişlerdir. Devleti halka dayandıran Osmanlılık halk kültürünü kısa zamanda devlet kültürü haline getirince devlet Müslümanlaşmıştır çünkü halk kültürü --Gökalp’ın “millî” dediği kültürün bir kısmı her ne kadar kavimsel Türk kültüründe köklü ise de “İslamlaşma” sayesinde Osmanlının “standart” kültürü haline gelmiştir. “Türklük” yok olmamış “Müslümanlaşarak” yeni “millî” şekil almıştır. Böylece “devletin aslını” değiştirdiği için ulema tarafından tenkit edilen Tanzimat ricali, aslında devleti başka bir kapıdan geçerek yeni biçimde İslamlaştırmış ve modernleştirmiştir. Burada halkın çoğunluğunun kültürüne yakın yeni tipte bir İslamlaştırmadan söz ediyoruz ki bu halkın hoşgörüyü esas tutan bir İslamdır, ruhsaldır ve “millî”dir. Burada hem nitelik değişmesi hem kemiyet (kitlesel) genişlemesi vardır. Bu gelişmelerin 1. ve 2. Meşrutiyetle beraber yürüdüğünü yani demokratik gelişmelere muvazi (paralel) gittiğini hatta onu hazırladığını söylemek gerek. Nasıl ki 2002 ve 2007’de gerçek demokrasi yoluna giren Türkiye’de halk AK Parti’yi iktidara getirmiş ve bununla hem demokrasiyi hem inanç hürriyetini sağlama bağlamışsa. Bu ikisi çatışma halinde değildir. AK Parti’nin nasıl siyasi bir dönüşümü oluşturduğunu anlamak gerek. Bunu liderler halkın isteğini doğru yorumlayarak yapmışlardır. Bir yerde demokrasi halkın temel kültürüne uymayı kaçınılmaz hale getirir. Böyle bir gelişme ise ne moderniteyle, ne ilimle çatışır. Tam tersine modernite ve medeniyet psikolojik sarsıntıya yer vermeden bir toplumun özüne ve kültürüne bağlı kalırsa devamlı ve köklü olur. Temelde Cumhuriyetin ve Atatürk’ün amaçladığı sonuç bu idi. Bir gün bu konuda zamanı gelince söyleyeceklerimiz olacak. Eğer gerçek demokrasi Cumhuriyetle beraber Türkiye’ye gelseydi bugün “din, laiklik,” “türban” gibi tartışmalara lüzum kalmazdı. Yukarıda çok genel olarak ana boyutlarını verdiğimiz durumun nasıl kanunlaştığını başka bir yazıda ele alacağız.
..
Bir yerde Osmanlı kolayca Türk olmuştur, fakat nasıl bir Türk? Bu sorunun cevabını, sosyo-politik kimlik değişmelerini tarihî gerçeklerin ışığında incelemekle verebiliriz. 19. yüzyıl boyunca oluşan bu gelişmeler Osmanlılık kavramında simgeleşmektedir. Ancak 19. yüzyılda ortaya çıkan Osmanlılığın daha evvelki yüzyıllardaki geleneksel tarihî Osmanlılıktan çok farklı olduğunu peşinen belirtmek gerekir. Eski Devlet-i Ali-i Osmanî bir hanedan devleti idi ve bu kimliğini tebaanın etnik ve dil kimliğinden almadığı açıktır. Ama devlet kurucularının dili Türkçe idi. Devlet hanedan ismini almadan evvel onlar Osmanoğulları olarak bilinirdi, benzeri de çoktu. Din Müslüman tebaa ile hanedan-devleti birbirine yakınlaştırır ve gayrimüslimden ayırırdı. Klasik devletler siyasi elitler (buraya hanedan dâhil) din, dil, kavim-soy ve bunların doğurduğu hukuki-siyasi düzen ve onun kültüründen oluşur. Din siyasi sistemin destekçisidir, özü değildir. Cengiz Han’ın kurduğu devlet ve onun devamı olan devletler de başlangıçta hanedan ve özel hukuki-siyasi bir düzen üzerine oturmuşlardı. Fakat ayakta kalabilen Cengiz sülalesi devletleri din sayesinde (Altınordu ve kısmen İlkhanidler) yaşayabilmişlerdir. Eski ve yeni Osmanlılığın ve bilhassa onların doğurduğu siyasi kimliklerin doğru değerlendirilmesi Türkiye’nin siyasi kimliğinin daha sıhhatli anlaşılmasına yol açabilir. 1839 Tanzimat ve bilhassa Islahat Fermanı idare eden (devlet) ve idare edilen (tebaa) arasındaki geleneksel siyasi ilişkileri yeni bir esas üzerine kurmayı amaçlıyordu. Bu yeni esas Batı’nın baskısı ile kabul edilen kişi üzerine oturmuş devletti ki bunun temeli vatandaşlık kavramı idi ve onun kökeni 1856 Islahat Fermanı’ndadır. Vatandaşlık, eskiden padişah ve tebaanın arasında sultana itaati esas alan kişisel ilişkiler yerine tebaa’yı vatandaş yaparak onu devlet ve devleti idare edenlere (bürokrasiye) bağlamıştır. Devlet padişahın şahsında simgelenen kişisel bir varlık olmaktan çıkarak soyut bir kavram olmuştur. Gerçi sultan –devlet başkanı olarak gözükmekte devam etmişse de o eskiden olduğu gibi devletin mutlak maliki sahibi değil, devletin bir uzvu (organı) haline girmiştir. Bu modern, Batı devlet modeline giden ilk büyük adımdı. Böylece Osmanlılık ilk kez kişiyi devletin temeli yapmış ve kişiyi böylece siyasileştirmiştir. II. Mahmut zamanında çıkarılan mürûr tezkeresi (seyahat vesikası) bir süre kimlik ve bir süre pasaport olarak kullanıldıktan sonra “hüviyyet tezkeresi” “hüviyyet cüzdanı” isimleri ile bugünkü kimlik nüfus cüzdanı haline gelmiştir. Bu cüzdan kişiyi padişahın kulu (tabası) olmaktan çıkararak devletin vatandaşı olduğunu simgeleyen bir vesikadır. Pasaport, sonraları dış ülkelere seyahat için kullanılan ve dış ülkelerde Osmanlı vatandaşlarının hukuki durumunu tespit eden ayrı bir vesika olarak verilmiştir. Osmanlılık, vatandaşlar arasında din, dil, mevkii farkı gözetmeksizin hukuki eşitlik getirerek teorik olarak devleti vatandaşların ortak sahip oldukları bir kurum haline sokmuştur ve Cumhuriyet halkçılığın, yani demokrasinin ifadesi olarak demokrasinin temelidir. Daha 1920’de Atatürk halkçılığın devletin halkı idaresi manasına geldiğini ifade etmiştir. Demokrasinin kökeni budur. Gerçekten 1876 1. Meşrutiyeti, eşit ilan edilen vatandaşların devlet idaresinde söz sahibi olmasını amaçladığı için, demokrasiye gidecek adım olarak görmek yerindedir. Fakat “eşitliği” uygulayacak bürokrasi kendini “halk” olarak görmüş ve “halk” adına siyasi gücü kendi elinde toplamıştır. Diğer yandan yeni Osmanlılık klasik devletin temeli olan cemaati bir yana bırakarak ferdi esas olarak alması beklenilmedik ayrılıklara yol açarak siyasi kimliğin din üzerine kurulması ile neticelenmiş ve bu da nüfusu ikiye bölmüştür. Böylece hem Batılılar hem de Osmanlı idarecileri değiştirmeye kalktıkları devletin niteliğini anlamadıkları için modernleşmeyi de yanlış yola sevk etmişlerdir. Çok girift ve anlaşılması güç olan bu değişmeleri şu şekilde özetleyebiliriz:
.
Bilindiği gibi klasik Osmanlı devletinin cemaat yapısı her cemaate, yani din esasına göre kurulan “milletlere” ve her “milletin” içinde bulunan etnik ve dil gruplarına kültür, eğitim, aile hukuku alanlarında mutlak otonomi tanıyarak devleti bu hakların ve otonominin koruyucusu haline sokmuştur. Devlet Müslüman’dı fakat kendine göre laikti çünkü çeşitli dinlere --İslama şeklen siyasi üstünlük tanımakla beraber- eşitlik sağlamıştı.
.
Devlet gayrimüslim gruplara verdiği kültürel-dinî-hukukî otonomiyi İslamın geliştirdiği Zımni (İslam devletine tâbi olmuş, korunmuş) kavramından hareket ederek yapmıştı. Fakat klasik Osmanlı devleti bu İslami prensibin ana esaslarına bağlı kalmakla beraber patrikhanelere ve onların synod (meclis)lerine verdiği etkilerle bu zımniliğin anlamını hayli genişletmiş ve değiştirmiştir. Kilise bu “Müslüman” devletin bir organı olarak bu düzenin baş destekçisi olmuştur. Bu sayede gayrimüslim milletler ve onların etnik birimleri Osmanlı idaresi süresince padişahın tebaası olarak evrim ve değişme geçirerek durmadan gelişmişlerdir. Bu sayede kilise sanatı, gayrimüslimlerin ticaret hayati, okul sistemi devamlı gelişmiştir. 19. yüzyılda Islahat Fermanının gayrimüslimlere sağladığı “eşitlik” statükosu ve Batı’nın ekonomik ve eğitim desteğiyle bu gayrimüslim cemaatleri Müslümanlara göre çok daha hızla modernleştirerek içinden etnik ve dinî bilince sahip yeni bir orta sınıf ortaya çıkarmışlardır. Böylece din eşitliği üzerine kurulmuş klasik Osmanlı devleti --Osmanlılık sayesinde- Müslüman ve gayrimüslimleri birbirine rakip, hatta düşman hale gelmiştir. Osmanlılık devleti cemaat esasından ayrılarak kişiyi devletin temeli yapmaya onun üzerine kurmaya (sonuçlarını pek de düşünmeden) karar verip buna göre yeni bir hukuki düzen uygulamaya başlayınca eski dinî, dil kimlikleri “millî” kimliğe dönüşerek Müslimler ve gayrimüslimler arasında beklenilmedik bölünmelere ve ihtilaflara yol açmıştır. Osmanlı devletinin akıbetini bu ayrılıklar tayin etmiştir. Eskiden din, dil, vs. temel (primordial) toplum özellikleri devlet üstü adeta Tanrının verdiği ve kulların değiştiremeyeceği temel haklar olmaktan çıkarak devletin iradesine bırakılmış bir lütuf haline gelmiştir.
.
Osmanlılığın eşit vatandaşlık sayesinde bu ayrılıkların üstüne çıkararak devletin parçalanmasını önleyemeyeceği ve isminin kötüye çıkacağı kaçınılmazdı. Fakat Müslim ve gayrimüslim farkları halen devam etmekte ve siyasileşmekte çünkü devletin “sahibi” Müslümanlardır ve diğerleri azınlık olmuşlardır. Nasıl ki bugün bir gayrimüslim, vatandaş olarak “Türktür” fakat toplum gözünde “Türk” değildir.
Osmanlılık 19. yüzyılda devlete siyasi bir kimlik vermiştir ki bu kimliği eninde sonunda çoğunlukta olan tebaanın ve devlete fiilen hâkim olan elitler ve onların kültürü tayin etmiştir. İşin garibi şudur ki modernleşmeden evvel devletin siyasi kültürü elit kültürü olarak halk kültüründen nispeten farklı olmasına rağmen devletin halkın isteklerine ve kültürüne yani dine uymak zorunluluğu (şeklen “şeriat isteyerek” yeniçeri feryatlarına boyun eğmekle beraber) yoktu. Devletin idare ettiği halktan sosyal bakımdan kesin ayrılması yani reaya ve askeriler arasında duvarların aşılmaz olması devleti tebaaya hesap vermek zorunluluğundan muaf tutuyordu. Osmanlılık ise bu duvarı yıkıyor ve devleti idare edenleri halka hesap vermek durumunda bırakıyordu. Bürokrasinin Tanzimat ile elde ettiği gücünü durmadan genişleteceği ve bu gücü kendisinin tarif ettiği bir modernleşme ile meşruti hale sokacağını beklemek doğaldır. (19. yüzyılda oluşan bu gelişmeler Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.)
.
Ziya Gökalp’ın gördüğü “Türk halkı” ve “Osmanlı idarecisi” ayrılığını “millî”likle açıklamak mümkün değildir çünkü 1856’dan sonra hem halk hem bürokrasi “millî”leşmişlerdir. Devleti halka dayandıran Osmanlılık halk kültürünü kısa zamanda devlet kültürü haline getirince devlet Müslümanlaşmıştır çünkü halk kültürü --Gökalp’ın “millî” dediği kültürün bir kısmı her ne kadar kavimsel Türk kültüründe köklü ise de “İslamlaşma” sayesinde Osmanlının “standart” kültürü haline gelmiştir. “Türklük” yok olmamış “Müslümanlaşarak” yeni “millî” şekil almıştır. Böylece “devletin aslını” değiştirdiği için ulema tarafından tenkit edilen Tanzimat ricali, aslında devleti başka bir kapıdan geçerek yeni biçimde İslamlaştırmış ve modernleştirmiştir. Burada halkın çoğunluğunun kültürüne yakın yeni tipte bir İslamlaştırmadan söz ediyoruz ki bu halkın hoşgörüyü esas tutan bir İslamdır, ruhsaldır ve “millî”dir. Burada hem nitelik değişmesi hem kemiyet (kitlesel) genişlemesi vardır. Bu gelişmelerin 1. ve 2. Meşrutiyetle beraber yürüdüğünü yani demokratik gelişmelere muvazi (paralel) gittiğini hatta onu hazırladığını söylemek gerek. Nasıl ki 2002 ve 2007’de gerçek demokrasi yoluna giren Türkiye’de halk AK Parti’yi iktidara getirmiş ve bununla hem demokrasiyi hem inanç hürriyetini sağlama bağlamışsa. Bu ikisi çatışma halinde değildir. AK Parti’nin nasıl siyasi bir dönüşümü oluşturduğunu anlamak gerek. Bunu liderler halkın isteğini doğru yorumlayarak yapmışlardır. Bir yerde demokrasi halkın temel kültürüne uymayı kaçınılmaz hale getirir. Böyle bir gelişme ise ne moderniteyle, ne ilimle çatışır. Tam tersine modernite ve medeniyet psikolojik sarsıntıya yer vermeden bir toplumun özüne ve kültürüne bağlı kalırsa devamlı ve köklü olur. Temelde Cumhuriyetin ve Atatürk’ün amaçladığı sonuç bu idi. Bir gün bu konuda zamanı gelince söyleyeceklerimiz olacak. Eğer gerçek demokrasi Cumhuriyetle beraber Türkiye’ye gelseydi bugün “din, laiklik,” “türban” gibi tartışmalara lüzum kalmazdı. Yukarıda çok genel olarak ana boyutlarını verdiğimiz durumun nasıl kanunlaştığını başka bir yazıda ele alacağız.
...
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kimlik Arayışı - 5
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kimlik Arayışı - 4 |
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kimlik Arayışı - 3 |
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder