29 Mayıs 2008 Perşembe

Şerif Mardin Hoca ile Söyleşi

NTV/İSTANBUL - Geçtiğimiz yıldan beri gündemden düşmeyen Mahalle Baskısı kavramını ortaya koyan Şerif Mardin, geçtimiz haftasonu SORAR’ın (Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği) düzenlediği toplantıda, kavramı daha yeni yeni tartışmaya başladığımızı, anlamak için de daha zamana ihtiyaç duyulduğunu söylemişti. Ruşen Çakır’ın moderatörlüğünde ve Mardin'in yanı sıra beş akademisyenin katılımıyla düzenlenen toplantıda Mardin, ne demek istediğini biraz daha açtı. Geçtiğimiz günler boyunca da basın ve medyanın gündeminden düşmedi.

Ruşen Çakır ve Mirgün Cabas tarafından hazırlanıp sunulan ve Şerif Mardin’in öğrencilerinden gazeteci yazar Cüneyt Ülsever’in konuk olduğu dünkü Yazı İşleri programında da konu başlıklarından biri yine ‘Mahalle Baskısı’ydı.

Ülsever, Mardin için “Taraf olduğu bir tek alan vardır, bilim adamlığı” ifadesini kullanırken, İslami kanadın ve Kemalist kanadın “ayrışımdan çok, düşünce metodolojisinde, felsefe ve fikir yürütme yoksunluğunda birleştiğini” öne sürdü: “Felsefesizliğe delalet tavırlar, her iki tarafın da en büyük yanılgısıdır. Akıl yürütememe, analitik düşünememe hallerinin neticesinde, fikir yürüten birilerinin yaptığı analizleri, işlerine geldiğince kullanıyorlar.”

Gazetele manşetlerinin ve köşe yazılarının değerlendirilip yorumlandığı programda Ruşen Çakır da toplantıda söylenenleri herkesin işine göre alıntılayıp yorumladığına dikkat çekti. Dinci basının, Mardin’in sözlerini laik kesim için alınması gereken dersler olarak sunduğunun altını çizen, Çakır, Şerif Mardin’in İslam’daki dönüşümle ilgili sözlerine hiç değinilmediğini hatırlattı.

Felsefi açıdan her iki kanadın da eksiklerinin altını çizen Mardin, toplantıdaki konuşmalarında, 20. Yüzyıl’ın “her türlü tam sofu”nun devri olduğunu düşündüğünü, İslam dünyasında da ulemanın ortadan kalkmasıyla İslamı bildiklerini sanan yüzbinlerce insanın ortaya çıktığını söylüyor, politikanın ince dini fikirlerin geliştirilmesi için iyi bir platform olmadığının altını çiziyordu:

* Siyasi partilerde kariyer yapmaya karar veren insanlar sofistike insanalr değildir; basit insanlardır. Kusura bakmasınlar, genel bir suçlama gibi bir şey oldu ama orada bir şey görüyorum. Ben buna inanıyorum. 20. Yüzyıl tam basitçilerin. 20. Yüzyılda her türlü ham sofunun çok daha büyük miktarda ortada dolaştığına inanıyorum.

* Dünya iktisadıyla İslam’ın bir kompromiye girmiş olması, İslam’ı birçok yerde zorluyor. O zorlamasının bir nevi kompansasyonu gibi bir şey de var toplumun içinde ve demokratikleşmenin İslamla ilgili doğrudan bir bağıntısı var o açıdan. Yani türbanın belki bir nevi telafi etme, yani kayıpları telafi etme yönü olarak görülmesi lazım. İslamın kayıpları da şuradan ortaya çıkıyor; kompromi yapmaya mecbur olması ve aynı zamanda da İslam kesiminde çok ince düşünen bir sınıfın ortadan kalkıp da İslamcıların da bu işleri çok basit bir şekilde ortaya atan, medyaların içinde çok bulduğumuz kimseleri kendilerinin olarak takdim etmeleri zorunluluğu.

* İki şeyi unutmamak lazım. Mahalle baskısının Karaosmanoğlu’nun bahsettiği şekliyle bugün bahsettiği şekli arasında çok fark var. Çünkü o parametrelerin içine bir kere dünya iktisadiyatı girdi, modernleşme meselesinin kendine mahsus bir takım ögeleri girdi, yani bütün bunlarla karşılaşmış olan ve onlara karşı bir reaksiyon göstermiş olan bir İslamla karşılaşıyoruz. (...) Yani şunu demek istiyorum; mahalle baskısının ne olduğunun anlaşılması aslında uzun vadeli tartışılması gereken ve sonuçları ortaya çıkacak olan bir şeydir. Şundan dolayı en basitinden: Mahalle baskısının 80 yıl önceki şekli bugünkü şekli değil ve bana öyle geliyor ki bunun bütün yönlerinin nasıl çalıştığını önce bir anlayalım, ondan sonra mahalle baskısının ne olacağını bileceğiz. Ben burada bu tartışmaya konacak olan öğeleri çok kesik kesik bir şekilde anlattım. Orada zamanın geçmesi var, müesseselerin değişmesi var, hangi müesseselerin eski müesseselerin değerlerini devraldıkları var. Şimdi, belediyeler hakkında konuşmadım. Fakat belediyelerdeki bir çeşit aç gözlülük gelişmelerini ve çalışmalarını oradaki İslamla nasıl bağdaştırıyorlar? Yani o da bileceğimiz bir şey. Çünkü bu aç gözlülüğün aslında tamamen İslam karşıtı bir şey olduğu çok açık. Bunun nasıl ikisini birden yaşatabiliyorlar falan; her biri çok zor olan bu gibi konuların teker teker ortaya çıkarılması gerekir.








NTV’DE YAYINLANAN ‘NE DEMEK İSTEDİM’ TOPLANTISININ TAM METNİ
(Konuklar: Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şerif Mardin, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Binnaz Toprak, Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fuat Keyman, Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Necdet Subaşı ve Başkent Kadın Platformu Üyesi Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal)
.

23 Mayıs 2008 Cuma

Türk Üniversitelerinin Dünya Sıralamasında Yeri

Prof.Dr.Nadir PAKSOY
Sitopatolog, Serbest Hekim, İzmit- Kocaeli
Üniversite ve Toplum
Mart 2008, Cilt 8, Sayı 1


Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri arasındaki yerine ilişkin veriler zaman zaman gündeme yansır. “İlk 500 üniversite arasına” Türk üniversitelerinin niye giremediği sorgulanır. Newsweek'e dayandırılan bir başka haberde ise birkaç üniversitemizin ilk 500'de yer aldığı belirtilir; ancak her iki kaynaktaki göstergelerde uygulanan yöntem ve değerlendirme ölçütleri farklıdır.


Bu konuda akademik çevrelerde kabul gören 3 ayrı sıralama sistemi vardır:

1- “Dünya Üniversiteleri Akademik Sıralaması”: Çin Halk Cumhuriyeti'nin Şanghay Jiao Tong Üniversitesi tarafından formüle edilen sıralama sistemidir. Değerlendirme ölçütleri; üniversitenin mezunlarından / çalışanlarından Nobel almış olma, Nature ve Science gibi en makbul bilim dergilerinde yayın koşulu ve Science Citation Index'e giren uluslararası makalelerdir. Listenin ilk 200 ve ilk 500'ünde yer almak önemli kabul edilir. Her yılın ağustos ayında liste tazelenir. 2007 Ağustos sıralamasında, ilk 500'e giren tek bir Türk üniversitesi vardır: İstanbul Üniversitesi. İ.Ü anılan listenin 471'inci sırasında yer almaktadır.

2- THES-QS adı verilen değerlendirme sistemi: İngiliz The Times gazetesi eğitim bölümü tarafından hazırlanır. Uluslararası hakemli dergilerde (peer review) yer alan öğretim üyesi sayısı ve uluslarası yayınlara ağırlık verilen bir yöntemle hesaplanır. İlk 400 üniversiteyi önemser ve web sitesinde yayınlar. 2007 listesinde ilk 400'ün arasına girmeyi başaran tek bir Türk üniversitesi bulunmaktadır: İstanbul Teknik Üniversitesi. İTÜ listenin 390. sırasında yer almaktadır (Newsweek dergisindeki bir habere atfen geçen aylarda basında yer alan "İlk 500'e giren Türk üniversitelerinin sayısında artış oldu" şeklindeki yazıların temeli THES-QS değerlendirmesidir.400. sıradan sonra ilk 500 arasında bir kaç Türk üniversitesinin daha adı geçmektedir. Ancak THES-QS web sitesinde ilk 400 üniversitenin listesini yayınlamaktadır).

3- Dünya Üniversiteleri Webometrik sıralaması: Bu sıralama İspanya Ulusal Araştırma Konseyi'nin Sibemetrik Laboratuvarı'nda yapılmaktadır. Temel aldığı ölçüt, dünya üniversitelerinin yapmış oldukları her türlü bilimsel çalışmanın (uluslararası /ulusal yayınlar, ders notları,bilimsel toplantı sunumları vb) internet ortamında bilim arenasına aktarılmasıdır. İnternet ortamında paylaşılan bilimsel çalışmalar ve etkinlikler değerlendirmeye alındığından , gelişmekte olan ülkelerin lehine olan bir yöntem olarak kabul görmektedir. Dünyada ,üniversite tanımlamasına uyan 13 bin yüksek öğretim kurumunu değerlendirmeye alan ‘Webometrik Sıralaması', bunlardan 4 bin'ini (%30) internet sitesinde sıralamaya değer bulur (Bkz: Wikipedia'nin Webometrics sayfası).

Dünyadaki 13 bin üniversitenin ilk 4 bin'i içinde Türk üniversitelerinin yeri şöyledir:

İlk 500'te 2 üniversitemiz yer almaktadır: Bilkent (475) ve ODTÜ (482). İlk 1000'e giren üniversitelerimiz Boğaziçi (525), İTÜ (789), Ankara (852) ve Hacettepe (915)'dir.

Webometrics sıralamasında belirtilen 4000 üniversitenin arasındaki diğer Türk üniversiteleri ve sıralamadaki yerleri aşağıda belirtilmiştir:

Ege (1002), Anadolu (1068), Gazi (1145), Sabancı (1371), İstanbul (1397), Doğu Akdeniz (1401), İnonü (1412), Yıldız Teknik (1479), Bilgi (1510), Çukurova (1521), Uludağ (1612), Selçuk (1655), Koç (1703), Isparta (1731), Akdeniz (1736), Başkent (1769), Erciyes (1847), Karadeniz Teknik (2103), Marmara (2153), Gaziantep (2157), Trakya (2166), Doğuş (2360), Afyon (2414), Sakarya (2432), K.Maraş (2441), Aydın (2461), Çankaya (2478), Çanakkale (2503), Fatih (2606), Yeditepe (2683), Dicle (2701), Cumhuriyet (2734), Van (2888), Fırat (2901), Balıkesir (2946), Samsun (2953), Mersin (2960), Pamukkale (3003), Galatasaray (3073), Atatürk (3101), Kültür (3153), TOBB (2168), Osmangazi (3203), Abant (3261), Manisa (3295), Zonguldak (3423), Harran (3511), Muğla (3586), Beykent (3626), Atılım (3697), Bahçeşehir (3747), GATA (3846), Maltepe (3965) ve Niğde (3978).

Bu yıl yeni kurulanlar dışında, vakıf-devlet 80 kadar üniversitemizin 60'ı ,ilk 4000'lik listede yer almaktadır ;bunların yarıdan fazlası ikinci 2000'lik dilimdedir.

Webometrik sıralamada dünyada ilk 10'u, ABD'nin bilinen saygın üniversiteleri (Stanford, MIT, Berkeley, Harvard vb) paylaşmaktadır. Avrupa üniversiteleri arasında ilk 10'nda yer alanlar ve bunların dünya sıralamasındaki konumları şöyledir: Cambridge (21), Oxford (40), Zurih Teknik (41), Helsinki (44), Edinburg (45), Oslo (46), Londra (55), Linkoping-İsveç (62), Trier-Almanya (64) ve Viyana (67).

Bu tabloyu, hiçbir yorum getirmeksizin YÖK ve üniversitelerimizin yeniden Türkiye'nin gündemine girdiği şu günlerde, yüksek öğretim ile yetkili/ilgili tüm kişi, kurum ve kuruluşların bilgisine sunmak istedim.

Not: Bu yazıya verdiği ilhamdan dolayı Çukurova Üniversitesi'nden Sn Prof Dr İbrahim Ortaç'a teşekkür ederim. İlgilenenler yukarıda aktardığım bilgilere, internet'ten Wikipedia English sayfasını açıp 'ara' kutusuna 'universities ranking' sözcüklerini yazmak suretiyle ulaşabilirler.
.
(Wikipedia'daki ilgili sayfadan...)

Universities. The main worldwide list of 4000 universities build from a catalogue of over 15000 institutions is also offered as regional lists:

* North America
* Europe
o Eastern Europe
o Spain
* Asia
o South East Asia
o Indian Subcontinent
* Middle East
* Africa
o North Africa + Middle East
* Latin America
o Iberoamerica
* Oceania
* BRIC

- Research Institutes. Top 1000 from a catalogue of over 5000 are published

- Research Councils. Individual data for CNRS, CNR, CSIC, Max Planck, Fraunhofer CSIRO and NIH

Top 50 universities in the January 2008 Ranking

.

16 Mayıs 2008 Cuma

Osmanlı 1914 Nüfus Sayımı

.
The archive document of 1914 Census of the Ottoman Empire. Total population (sum of all millets) was 20,975,345 and the Greek population before the Balkan wars were 2,833,370 (1909 census) was dropped to 1,792,206 (due to lost of lands to Greece) in 1914 census; published also by Stanford J. Shaw.
.
1914 yılındaki nüfus sayımına göre belli başlı şehirlerde nüfusun dağılımı…
.
.
Belgeyi daha büyük görmek için üzerine tıklayınız.

9 Mayıs 2008 Cuma

8 Mayıs 2008 Perşembe

"Bahar ve Kelebekler"

ÖMER SEYFETTİN
.
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema… Çiçekli ağaçlar… Uyur gibi sessiz duran deniz… Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar… Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu… Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,

“Yavrum, niçin susuyorsun?” dedi. “Biraz konuşalım.”
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
“Okuyorum büyükanneciğim” dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
“Okuduğun ne, kızım?”
“Bir roman.”
“Neden bahsediyor?”
“Hiç.”

Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
“Söyle yavrum, o roman ne diyor?”
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,
“Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte…” dedi.
Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
“Adı ne?
“Desenchanté…”(**)
“Ne demek?”
“Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.”
“Onlar kimmiş?”
“Biz… Türk kadınları…”
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
“Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?” dedi. “Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”

Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

“Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?” diye sordu.
“Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. ‘Tuhfe-i Vehbi’yi okuturlardı. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seci’ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: ‘Fazıla, edibe, şaire, akıle….’ idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabı!”

Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,
“Peki, büyükanneciğim” dedi, “bu kitabı atayım… Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.”
“Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”
“Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”

Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler… ah hele kırmızı feraceler… baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.

Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu… Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!… Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit.

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
“Sustunuz, büyükanneciğim…” dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
“Ah!… Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.”
“Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?”
“Çok… birçok şeyler…”

Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaşa ediyordu.

“Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile… Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.”

Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sadasına karıştırıyorlardı:

“Evet, yavrum biz sizin gibi ‘Ne yapalım?’ diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar… Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.”
“Ne gibi büyük nineciğim?”

“Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül… pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik.”
“Nasıl?”
“Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.”
“Niçin?”
“Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe… Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete… Sarı kelebek: Kedere, hastalığa… Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk… Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk…”

Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki “terakki”den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı… Büyük ninesinin “tarih-i mukaddes” hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı… Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin… Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?… Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek… Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:

“Ne var kızım, neye kalktın?”
Güzel, esmer kız gülerek,
“Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım” dedi, pencereye yaklaştı.
Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.
“Gözlerim o kadar görmez ama” diyordu, “ben de bakayım sizin için…”
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle,
“Ah işte…” dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,
“Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm” diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:

“Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz” dedi, “o beyaz değil, sarı bir kelebek..”
…Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu… Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye’ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris’te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris’te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan’da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu… Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: “…Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!” dediğini hatırladı.

Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşıkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu…

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız… Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası… diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.

(Genç Kalemler dergisi, c:II, 1326/1911, sayı: 26)

(*)Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri 9, Bilgi Yayınevi, Ankara 1994, s. 55-68
(**) Fransız romancısı Pierre Loti’nin eseri.

Kaynak: edebistan.com
Resim: dpchallenge.com

.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

"In truth, everyone is a shadow of the Beloved"



ONE WHISPER OF THE BELOVED

Lovers share a sacred decree -
to seek the Beloved.
They roll head over heels,
rushing toward the Beautiful One
like a torrent of water.

In truth, everyone is a shadow of the Beloved -
Our seeking is His seeking,
Our words are His words.

At times we flow toward the Beloved
like a dancing stream.
At times we are still water
held in His pitcher.
At times we boil in a pot
turning to vapor -
that is the job of the Beloved.

He breathes into my ear
until my soul
takes on His fragrance.
He is the soul of my soul -
How can I escape?
But why would any soul in this world
want to escape from the Beloved?

He will melt your pride
making you thin as a strand of hair,
Yet do not trade, even for both worlds,
One strand of His hair.

We search for Him here and there
while looking right at Him.
Sitting by His side we ask,
"O Beloved, where is the Beloved?"

Enough with such questions! -
Let silence take you to the core of life.

All your talk is worthless
When compared to one whisper
of the Beloved.

Mevlana Rumi
http://www.allspirit.co.uk/rumi5.html
.
Index of Rumi Poems
.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Some Ideas on Turkish Politics and Foreign Policy (II)

January - March 2008
Volume 10, Number 1
.
İhsan Dağı, Editor

Insight Turkey, in its 10th volume, is out with a new design. We hope you will like it. We also continue our quest to improve journal’s content with original articles, commentaries and book reviews. As a peer-reviewed journal, Insight Turkey is now covered by major indexing and abstracting systems. This will certainly contribute to the quality of articles submitted and eventually published. Our claim still stands: Insight Turkey is a key source to understand Turkish politics, Turkish foreign policy and its adjacent regions.


This issue of Insight Turkey examines the relationship between identity and foreign policy with special reference to Turkey, Greece, Germany and Japan. Identities matter; national, state or civilizational, identities influence foreign policy decisions, and in turn are also influenced by foreign policy behaviors of states. The relationship between identity and foreign policy is one of mutual construction. With the contribution of our distinguished authors we believe Insight Turkey has shed some light on this rather complex topic.


This special issue of Insight Turkey opens with a lengthy article by Hasan Kosebalaban who applies a constructivist theoretical framework to assess the impact of national identity on Turkish and Japanese foreign policies with an historical depth. Problematizing national identity with distinct readings of national interests and security in Japan and Turkey, Kosebalaban highlights how contested civilizational/ national identities justify distinct foreign policy decisions.


In the following article comparing Turkey and Germany, Birgul Demirtas - Coskun elaborates on the impact of systemic changes on state identity debates. She argues that although the end of the Cold War gave way to a new round of identity debate in Turkey and Germany both retained the former identities they had constructed during the Cold War. Demirtas explains persistence of the old identities in term of their socially well-established character and rational calculation of benefits.


Maintaining that the debate on Turkish foreign policy has been an extension of the debate on national identity Yucel Bozdaglioglu argues that “in order to better understand the main determinants of Turkey’s foreign policy preferences and behaviors, an analysis of Turkish identity is needed”. Bozdaglioglu then explains roots of “Western oriented” parameters of Turkish foreign policy by reference to Turkey’s “official” Western identity and accumulation of years of Turkey’s modernization project.


In the following article Professor Ahmet Davutoglu, known as the intellectual architect of Turkish foreign policy as the chief foreign policy adviser to Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan, explains the principles of Turkey’s foreign policy vision. Reflecting upon cultural, strategic and geographical depth of Turkey Davutoglu describes Turkey as a “central country” with multiple regional identities, not a peripheral one. He underlines that Turkey’s soft power is its democracy.


Bahar Rumelili analyzes the identity dimension of EU-Turkey relations. She contends that European and Turkish identities are undergoing a continuous process of reconstruction and negotiation in the context of EU-Turkey relations. In response to the arguments of those who oppose Turkey’s EU membership on the identity ground she claims that a constructivist perspective foresees the possibility that European and Turkish identities can be reconstructed in such a way as to make the justification of Turkish membership possible and desirable from an identity viewpoint.


Harry G. Tzimitras explains the forces behind the Turkish-Greek rapprochement, its prospects and its limitations. He asserts that rapprochement has acquired not only a social base but also an institutional framework, namely the EU that constitutes a sustainable ground for cooperation. However nationalism is still identified as an obstacle to rapprochement.


Kudret Bulbul, Bekir Berat Ozipek and Ibrahim Kalin ask a straight question: Is there an anti-Westernism in Turkey? Having conducted in-depth interviews throughout Turkey with different social segments they find out that there is no anti-Westernism in Turkey based on religion, culture, or civilization. The authors conclude that Turkish-Islamic civilization as a form of identity does not prevent the Turks from seeing a number of common values between Islam and the West.


Apart from these resourceful articles Insight Turkey continues to include an ever expanding section of book reviews.


No more surprise for the next issue! But prepare yourself for another big debate: Is Turkey a “regional” or “soft power”?


Vol. 10 / No.1 / 2008 – Contents

Torn Identities and Foreign Policy: The Case of Turkey and Japan
Hasan Kosebalaban

Systemic Changes and State Identity: Turkish and German Responses
Birgul Demirtas-Coskun

Modernity, Identity and Turkey’s Foreign Policy
Yucel Bozdaglioglu

Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007
Ahmet Davutoglu

Negotiating Europe: EU-Turkey Relations from an Identity Perspective
Bahar Rumelili

Europeanization and Nationalism in the Turkish-Greek Rapprochement
Harry G. Tzimitras

Turkish Perceptions of the West
Kudret Bulbul, Bekir Berat Ozipek, Ibrahim Kalin

Discussing Recent Literature on Turkish Politics: The Myth within the Myth
Michael Gunter


Book Reviews

Nurşin Ateşoğlu Güney, Contentious Issues of Security and the Future of Turkey
Aldershot, U.K., and Burlington VT, Ashgate, 2007. 197 + xvii pp. Index. ISBN 13: 978-0-7546-4931-1

by William Hale

Patricia Crone, Medieval Islamic Political Thought
Edinburg University Press, 2005, 467 pp., £14,99, ISBN: 0748621946

by Hakan Köni

Ali Bardakoğlu, Religion and Society: New Perspectives from Turkey
Turkish Presidency of Religious Aff airs, Ankara, 2006, ISBN: 9751938643

by Talip Küçükcan

William Hale, Turkey, the U.S. and Iraq
Saqi & London Middle East Institute at SOAS, 2007, 200 pp., ISBN 0-86356-675-8

by Kılıç Buğra Kanat

Ekrem Işın (ed.), Saltanatın Dervişleri, Dervişlerin Saltanatı: İstanbul’da Mevlevilik
The Dervishes of Sovereignty, the Sovereignty of Dervishes: The Mevlevi Order in Istanbul
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Istanbul, 2007, 274 pp., ISBN 978 975 9123 41 3

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı