SETA LÜBNAN RAPORU: LÜBNAN’DA İSTİKRAR ARAYIŞLARI
Proje Koordinatörü: Talha Köse, SETA & George Mason Univ.
Katkıda bulunan: Selin Bölme
Proje Koordinatörü: Talha Köse, SETA & George Mason Univ.
Katkıda bulunan: Selin Bölme
Proje Asistanları: Ahmet Selim Tekelioğlu & Ümare Yazar
Raporun Özeti:
Raporun Özeti:
.
Ortadoğu’da yaşanmakta olan gerilim ve çatışmalar dünya siyasetinin sıcak gündemini teşkil etmektedir. Bu karmaşık denkleme Lübnan da eklenince, Ortadoğu’da istikrar arayışları içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. 12 Temmuz 2006 tarihinde Hizbullah militanlarının sınırı geçerek, üç İsrailli askeri öldürmesi ve ikisini rehin alması ve karşılık olarak İsrail’in askeri operasyon başlatması üzerine patlak veren savaş, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının taraflarca onaylanması ile son bulmuştur. 14 Ağustos’ta taraflar arası ateşkes yürürlüğe girmesine karşın, krizin tam anlamıyla çözümlendiğini söylemek mümkün gözükmemektedir.
Geriye dönüp bakıldığında, çatışmanın tarafları arasında savaşın kazananı yoktur. 33 gün süren çatışmalar sonunda tarafların tümü ağır kayıplar vermişler ve bu çatışmaya girerken amaçladıkları hedeflerin hemen hiçbirine ulaşamamışlardır. Kısmi olarak daha fazla zarar gören taraflar bulunsa da bunu Hizbullah’ın bir zaferi olarak sunmak gerçekçi değildir. Hizbullah, Lübnanlı Şiîler nezdinde dahi kendine tanınan kredinin büyük kısmını tüketmiştir. Bununla birlikte, direniş örgütleri meşruiyet zeminlerini sağlamlaştırarak krizden kazançlı çıkmışlardır. Hizbullah’ın sınırlı kaynaklarıyla ABD ve İsrail’e meydan okuması Ortadoğu coğrafyasında diğer direniş örgütlerine de bir heyecan getirmiştir. Hizbullah’ın elindeki sınırlı kaynaklarla İsrail karşısında ulaştığı başarı diğer Arap halklarınca da takdir görmektedir. Fakat milis güçlerin ve silahlı örgütlerin yaygınlaşması Ortadoğu’daki merkezi hükümetleri zayıflatacak ve istikrarsızlıklara neden olacaktır.
Lübnan’ın siyasal yapısı zayıf ve yapay, sosyal yapısı da oldukça karmaşıktır. Zaman zaman birbirleriyle çatışan etnik ve dini grupları bir arada tutabilecek meşru ve güçlü bir devlet çatısı oluşturulamamıştır. Lübnan zayıf siyasi ve sosyal yapısı ve yapay sınırlarından dolayı dış müdahalelere açık durumdadır. Lübnan’da yaşanan kaotik durum tüm müdahalelere rağmen önlenememektedir ve bu durumdan tüm bölge ülkeleri zarar görmektedir. Lübnan ordusu ve devleti milis güçlerle çatışarak değil, bu güçleri kendi bünyesine katarak ve merkezileşerek güçlenebilir. Hizbullah ile birlikte Şiîliğin bir direniş ideolojisi haline gelerek İslam dünyasında popülerleşmeye başlamasının, kendi rejimlerini de sarsabileceğinin farkında olan Arap rejimleri Lübnan’daki gelişmelere mesafeli durmuşlardır.
Hizbullah’ın yükselişi ve Ortadoğu’daki diğer Sünni rejimlerin liderlerinin Hizbullah karşısında göstermiş olduğu tavır, Ortadoğu’da ve İslam dünyasının genelinde bir süredir belirginleşen Şiî-Sünni gerginliğinde katalizör rolü oynamaktadır. Hizbullah direnişi Sünni Arap rejimlerince mezhepsel bir tonla algılanmaktadır. Şiî eksenli bir direniş dalgasının genişleyerek Ortadoğu’yu sarması, Ortadoğu’daki rejimlerin birçoğunu tedirgin etmektedir. Lübnan kriziyle Ortadoğu’da bir süredir oluşmaya başlayan cepheleşme daha da belirgin hale gelmiştir. ABD, İsrail ve Kuzey Irak Kürt bölgesinde oluşan “Yeni Ortadoğu Cephesi”ne karşı; Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas’tan oluşan “Direniş Cephesi” belirginleşmiştir. Burada asıl önemli konu ise oluşmaya başlayan üçüncü cephe, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerinden müteşekkil “Ilımlı Sünni Blok”tur. Türkiye’nin de bu blok içinde yer alması Amerika tarafından arzulanan bir gelişmedir. Bu cepheleşmede görüldüğü gibi Ortadoğu siyasi hesaplarında temel belirleyici Ortadoğu’nun kendi iç dinamiklerinden ziyade, Amerika’nın bölgeye dair hesaplarıdır.
İsrail’in Güney Lübnan’ı işgalinin, ABD ile birlikte muhtemel bir İran müdahalesi öncesinde örtülü bir temizlik operasyonu olduğu yönünde iddialar vardır. Amerika’nın Ortadoğu’daki operasyonlarına kuşkuyla bakanlar, İsrail’in asker kaçırmaya orantısız tepki vermesinin Amerika’nın bölgesel hesaplarıyla ilintili olduğunu iddia etmişlerdir. Operasyonun en hararetli anlarında, ABD’nin ateşkese karşı çıkarak İsrail’e mühimmat sevketmesi bu iddiaları teyit eder niteliktedir. ABD’ye göre Hizbullah ve Hamas terör örgütleridir ve ABD’nin teröre karşı küresel savaşı çerçevesinde bu örgütlerle mücadele etmek Amerika’nın görevi ve sorumluluğudur. Amerika, Lübnan’da yaşanan istikrarsızlığın bölgedeki rakipleri İran ve Suriye’nin işine yaramakta olduğunun farkındadır. Bu nedenle bağımsız ve demokratik merkezi Lübnan Hükümeti’nin güçlenerek milis güçleri tasfiye etmesini istemektedir. Amerika’nın bölgede daha yapıcı roller oynayabilmesi için İsrail’e verdiği destek politikasını gözden geçirmesi ve diğer aktörlerle diplomatik seçeneklere kapı aralaması gerekmektedir. Ortadoğu’da barış ve istikrara dayanan bütüncül bir yapının kurulması ve cepheleşmelerin önüne geçilmesi Türkiye’nin menfaatinedir. Başta diplomatik girişimler ve arabuluculuk olmak üzere bölgede barış ve istikrara katkıda bulunacak hamleler Türkiye’nin yalnızca sorumluluğu değil, aynı zamanda kendi güvenliği açısından da bir zorunluluktur. Türkiye bir süredir ön plana çıkan bölgesel barış ve istikrarın sağlanması açısından yapıcı müdahalelerde bulunma yaklaşımını sürdürmelidir. TBMM 5 Eylül 2006 tarihinde Lübnan’daki Barış Gücü’ne katılmak üzere birlik gönderme konusunda karar almış ve Türk Birlikleri 19 Ekim 2006’da gönderilmeye başlanmıştır. BM Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL) misyonu birçok açıdan riskler içermektedir. Bu nedenle bu konu Türk askerinin Lübnan’da göreve başlamasından sonra da tartışılmaya devam etmektedir.
Konu Türkiye’de kısa vadeli bir bakış açısıyla ele alınmaktadır. Basit çıkar maliyet hesabı üzerinden Türkiye’nin bu süreçten ne elde edip ne kaybedeceğinin hipotetik bir dökümü yapılmaktadır. Politikayı sadece stratejik ve maddi çıkar hesabı üzerinden anlamaya çalışmak Türkiye’nin tarihsel, bölgesel ve kültürel derinliğini göz ardı ederek kısa vadeli hesap yapmaktır. Türkiye’nin daha etkin bir bölgesel aktör olmak için bu gibi durumlarda etkin rol alması gerektiği konusunda bir tereddüt yoktur. Asıl soru işareti bu müdahalenin Türkiye’nin çıkarları açısından olumlu sonuçlar doğurabilmesi için şartların uygun olup olmadığıdır. Lübnan, Türkiye’nin Ortadoğu çıkarları açısından göz ardı edilebilir bir ülke değildir. Türkiye, Lübnan konusunda stratejik yaklaşımını belirlerken, Ortadoğu’nun bütününde yaşanmakta olan çatışma süreçlerini ve bloklaşmaları dikkate almak zorundadır.
Uluslararası örgütlerin ve süreçlerin dışında kalınarak sistemin olumlu yönde gelişmesine katkıda bulunmak mümkün değildir. Türkiye, Ortadoğu’daki çarpıklıklar ve çatışma süreçlerine bu süreçlerin dışında kalarak etki edemez. Bununla birlikte kendi özgün katkısını ve yaklaşımını belirlemeden bu süreçte yer alması Türkiye’ye sadece bir risk ve maliyet getirecektir. Ortadoğu’nun genelindeki diğer gelişmeler Lübnan’ı da yakından etkileyecektir. Türkiye için cevaplandırılması gereken soru şudur: “Güney Lübnan’a Barış Gücü birliği yollamak, geleceğe yönelik Ortadoğu tasarımlarında Türkiye açısından anlamlı bir yere oturmakta mıdır; yoksa Türkiye başka tasarımlarda kendisi için biçilen bir pozisyona mı itilmektedir?” Bu genel denklemde Türkiye’nin pozisyonu netleşmeden Barış Gücü’ndeki rolü bir anlam ifade etmeyecektir.
http://www.setav.org/document/SETA_Lubnan_Raporu_Rapor_Ozeti.pdf
Raporun Tamamı:
http://www.setav.org/document/SETA_LUBNAN_RAPORU.pdf
Rapor Hakkında Haber & Panel:
http://www.setav.org/index.php?option=com_content&task=view&id=195&Itemid=53
Ortadoğu’da yaşanmakta olan gerilim ve çatışmalar dünya siyasetinin sıcak gündemini teşkil etmektedir. Bu karmaşık denkleme Lübnan da eklenince, Ortadoğu’da istikrar arayışları içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. 12 Temmuz 2006 tarihinde Hizbullah militanlarının sınırı geçerek, üç İsrailli askeri öldürmesi ve ikisini rehin alması ve karşılık olarak İsrail’in askeri operasyon başlatması üzerine patlak veren savaş, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının taraflarca onaylanması ile son bulmuştur. 14 Ağustos’ta taraflar arası ateşkes yürürlüğe girmesine karşın, krizin tam anlamıyla çözümlendiğini söylemek mümkün gözükmemektedir.
Geriye dönüp bakıldığında, çatışmanın tarafları arasında savaşın kazananı yoktur. 33 gün süren çatışmalar sonunda tarafların tümü ağır kayıplar vermişler ve bu çatışmaya girerken amaçladıkları hedeflerin hemen hiçbirine ulaşamamışlardır. Kısmi olarak daha fazla zarar gören taraflar bulunsa da bunu Hizbullah’ın bir zaferi olarak sunmak gerçekçi değildir. Hizbullah, Lübnanlı Şiîler nezdinde dahi kendine tanınan kredinin büyük kısmını tüketmiştir. Bununla birlikte, direniş örgütleri meşruiyet zeminlerini sağlamlaştırarak krizden kazançlı çıkmışlardır. Hizbullah’ın sınırlı kaynaklarıyla ABD ve İsrail’e meydan okuması Ortadoğu coğrafyasında diğer direniş örgütlerine de bir heyecan getirmiştir. Hizbullah’ın elindeki sınırlı kaynaklarla İsrail karşısında ulaştığı başarı diğer Arap halklarınca da takdir görmektedir. Fakat milis güçlerin ve silahlı örgütlerin yaygınlaşması Ortadoğu’daki merkezi hükümetleri zayıflatacak ve istikrarsızlıklara neden olacaktır.
Lübnan’ın siyasal yapısı zayıf ve yapay, sosyal yapısı da oldukça karmaşıktır. Zaman zaman birbirleriyle çatışan etnik ve dini grupları bir arada tutabilecek meşru ve güçlü bir devlet çatısı oluşturulamamıştır. Lübnan zayıf siyasi ve sosyal yapısı ve yapay sınırlarından dolayı dış müdahalelere açık durumdadır. Lübnan’da yaşanan kaotik durum tüm müdahalelere rağmen önlenememektedir ve bu durumdan tüm bölge ülkeleri zarar görmektedir. Lübnan ordusu ve devleti milis güçlerle çatışarak değil, bu güçleri kendi bünyesine katarak ve merkezileşerek güçlenebilir. Hizbullah ile birlikte Şiîliğin bir direniş ideolojisi haline gelerek İslam dünyasında popülerleşmeye başlamasının, kendi rejimlerini de sarsabileceğinin farkında olan Arap rejimleri Lübnan’daki gelişmelere mesafeli durmuşlardır.
Hizbullah’ın yükselişi ve Ortadoğu’daki diğer Sünni rejimlerin liderlerinin Hizbullah karşısında göstermiş olduğu tavır, Ortadoğu’da ve İslam dünyasının genelinde bir süredir belirginleşen Şiî-Sünni gerginliğinde katalizör rolü oynamaktadır. Hizbullah direnişi Sünni Arap rejimlerince mezhepsel bir tonla algılanmaktadır. Şiî eksenli bir direniş dalgasının genişleyerek Ortadoğu’yu sarması, Ortadoğu’daki rejimlerin birçoğunu tedirgin etmektedir. Lübnan kriziyle Ortadoğu’da bir süredir oluşmaya başlayan cepheleşme daha da belirgin hale gelmiştir. ABD, İsrail ve Kuzey Irak Kürt bölgesinde oluşan “Yeni Ortadoğu Cephesi”ne karşı; Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas’tan oluşan “Direniş Cephesi” belirginleşmiştir. Burada asıl önemli konu ise oluşmaya başlayan üçüncü cephe, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerinden müteşekkil “Ilımlı Sünni Blok”tur. Türkiye’nin de bu blok içinde yer alması Amerika tarafından arzulanan bir gelişmedir. Bu cepheleşmede görüldüğü gibi Ortadoğu siyasi hesaplarında temel belirleyici Ortadoğu’nun kendi iç dinamiklerinden ziyade, Amerika’nın bölgeye dair hesaplarıdır.
İsrail’in Güney Lübnan’ı işgalinin, ABD ile birlikte muhtemel bir İran müdahalesi öncesinde örtülü bir temizlik operasyonu olduğu yönünde iddialar vardır. Amerika’nın Ortadoğu’daki operasyonlarına kuşkuyla bakanlar, İsrail’in asker kaçırmaya orantısız tepki vermesinin Amerika’nın bölgesel hesaplarıyla ilintili olduğunu iddia etmişlerdir. Operasyonun en hararetli anlarında, ABD’nin ateşkese karşı çıkarak İsrail’e mühimmat sevketmesi bu iddiaları teyit eder niteliktedir. ABD’ye göre Hizbullah ve Hamas terör örgütleridir ve ABD’nin teröre karşı küresel savaşı çerçevesinde bu örgütlerle mücadele etmek Amerika’nın görevi ve sorumluluğudur. Amerika, Lübnan’da yaşanan istikrarsızlığın bölgedeki rakipleri İran ve Suriye’nin işine yaramakta olduğunun farkındadır. Bu nedenle bağımsız ve demokratik merkezi Lübnan Hükümeti’nin güçlenerek milis güçleri tasfiye etmesini istemektedir. Amerika’nın bölgede daha yapıcı roller oynayabilmesi için İsrail’e verdiği destek politikasını gözden geçirmesi ve diğer aktörlerle diplomatik seçeneklere kapı aralaması gerekmektedir. Ortadoğu’da barış ve istikrara dayanan bütüncül bir yapının kurulması ve cepheleşmelerin önüne geçilmesi Türkiye’nin menfaatinedir. Başta diplomatik girişimler ve arabuluculuk olmak üzere bölgede barış ve istikrara katkıda bulunacak hamleler Türkiye’nin yalnızca sorumluluğu değil, aynı zamanda kendi güvenliği açısından da bir zorunluluktur. Türkiye bir süredir ön plana çıkan bölgesel barış ve istikrarın sağlanması açısından yapıcı müdahalelerde bulunma yaklaşımını sürdürmelidir. TBMM 5 Eylül 2006 tarihinde Lübnan’daki Barış Gücü’ne katılmak üzere birlik gönderme konusunda karar almış ve Türk Birlikleri 19 Ekim 2006’da gönderilmeye başlanmıştır. BM Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL) misyonu birçok açıdan riskler içermektedir. Bu nedenle bu konu Türk askerinin Lübnan’da göreve başlamasından sonra da tartışılmaya devam etmektedir.
Konu Türkiye’de kısa vadeli bir bakış açısıyla ele alınmaktadır. Basit çıkar maliyet hesabı üzerinden Türkiye’nin bu süreçten ne elde edip ne kaybedeceğinin hipotetik bir dökümü yapılmaktadır. Politikayı sadece stratejik ve maddi çıkar hesabı üzerinden anlamaya çalışmak Türkiye’nin tarihsel, bölgesel ve kültürel derinliğini göz ardı ederek kısa vadeli hesap yapmaktır. Türkiye’nin daha etkin bir bölgesel aktör olmak için bu gibi durumlarda etkin rol alması gerektiği konusunda bir tereddüt yoktur. Asıl soru işareti bu müdahalenin Türkiye’nin çıkarları açısından olumlu sonuçlar doğurabilmesi için şartların uygun olup olmadığıdır. Lübnan, Türkiye’nin Ortadoğu çıkarları açısından göz ardı edilebilir bir ülke değildir. Türkiye, Lübnan konusunda stratejik yaklaşımını belirlerken, Ortadoğu’nun bütününde yaşanmakta olan çatışma süreçlerini ve bloklaşmaları dikkate almak zorundadır.
Uluslararası örgütlerin ve süreçlerin dışında kalınarak sistemin olumlu yönde gelişmesine katkıda bulunmak mümkün değildir. Türkiye, Ortadoğu’daki çarpıklıklar ve çatışma süreçlerine bu süreçlerin dışında kalarak etki edemez. Bununla birlikte kendi özgün katkısını ve yaklaşımını belirlemeden bu süreçte yer alması Türkiye’ye sadece bir risk ve maliyet getirecektir. Ortadoğu’nun genelindeki diğer gelişmeler Lübnan’ı da yakından etkileyecektir. Türkiye için cevaplandırılması gereken soru şudur: “Güney Lübnan’a Barış Gücü birliği yollamak, geleceğe yönelik Ortadoğu tasarımlarında Türkiye açısından anlamlı bir yere oturmakta mıdır; yoksa Türkiye başka tasarımlarda kendisi için biçilen bir pozisyona mı itilmektedir?” Bu genel denklemde Türkiye’nin pozisyonu netleşmeden Barış Gücü’ndeki rolü bir anlam ifade etmeyecektir.
http://www.setav.org/document/SETA_Lubnan_Raporu_Rapor_Ozeti.pdf
Raporun Tamamı:
http://www.setav.org/document/SETA_LUBNAN_RAPORU.pdf
Rapor Hakkında Haber & Panel:
http://www.setav.org/index.php?option=com_content&task=view&id=195&Itemid=53
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder