Serpil Tuncer
Pencereye vuran rüzgârın uğultusu bir
kadının ayak sesleri gibi üzerime doğru geliyor. Kalbimi her an bu derin
rüzgâra kaptırabilirim. Peşinden ötelere sürüklenebilirim. Ve dahası gökyüzünde
akşamın karanlığında yuvalarını bulamayacak ölümcül kuşlar kol geziniyor.
Muhtemelen yuvalarına giderken bu gece hepsi ölecek. Kuşların öleceklerine bu
kadar emin olmamın sebebi var. Bu gün kuş sürüsü kâhyalığını yaptığım çiftliğe
kondu. Fare zehrine bulanmış ve tarlanın tam ortasında patlamış darı çuvalına
saldıran kuşlar onları yediler. Fark ettiğimde sırtımdan çıkardığım ceketimi
kuşlara doğru savurdum. Havaya uçmakta istekli ve aceleci değillerdi.
Kuşlar
deyince; bunlar aptal bilinen o kargalardan değildi. Kaldı ki kargalar aptal
görünümlerin altında müthiş bir zekâ saklarlar. Bu kuşlar küçük serçelerdi.
Daldan dala konan çok da sürü hâlinde yaşamayan ama aynı saatte dışarı çıkıp
aynı saatte yuvalarına dönen o minik kanatlı yaratıklardı. Tarlaya konan
serçeler, kahverengiden griye çalan kanatlarını gökyüzüne doğru çırptıklarında
kaçının bu ölümcül darıları yediğini sayamadım. Zehirli darılar çiftlikte
yuvalanan büyük fareler içindi.
Mısırların,
yazdan kilere depolanmış buğdayın içinde hatta hayvanların ahırında onlara
rastlar olmuştuk. Hepsinden iğrenci bir gece yattığım yatağın içine bir fare
girmişti. Yataktan fırladığım gibi, yerde gezinen diğer farenin üzerine basmış
hayvancığı ayaklarımın altında ezivermiştim. Farenin ince tırnakları etime
saplanınca onları öldürmek boynumun borcu oldu. Evin beyine telefon açıp durumu
bildirdim. O da bize Ankara’dan bir çuval zehirli darı yolladı. Darı, çiftliğe
geldiğinde çuvalı sırtlayan Serhan, dallardan birine çuvalı takınca çuval
delinip alt kısmını saran ipliği bir anda açılıp onca darı yerlere dökülüverdi.
O ara etrafı temizlemek için ben ve diğer çalışanlar ahıra doğru yürüyüp
süpürge, faraş ve kap aramak için dağıldığımızda darılar tarlanın ortasında öylece
saçılıp kaldı. Geri döndüğümde kuşları darının başında yemlenirken gördüm.
Ceketimi çıkarıp kuşların üzerine doğru yürüdüm. Onlar midelerine indirdikleri
zehirli darılarla gökyüzüne uçup gittiler. Bizler, etrafa saçılmış fare yemleri
toplayana kadar akşam ezanı bastırdı. Zehirli darıların birazını da el
feneriyle toplamaya çalıştık. Ne kadar başarılı olduğumuzu ancak ertesi günün
ışıkları çiftliği aydınlattığında anlamış olacaktık ama bütün uğultusuyla
rüzgâr, pencereye doğru esiyordu. Sabaha doğru kocaman yağmur bulutu bu çorak
tarlalara rahmetini bırakmış olacaktı. Eğer böyle olursa zehirden arta
kalanları temizlemek toprağa kalacak. Çorak da olsa bu güzelim toprağa mı
üzüleyim zehri yiyip yutan o zavallı kuşlara mı? Üstelik zehirli darıların
birazını kuşlar yedi, yerlere dökülenleri de akşam karanlığı bastırdığı için
biz göremedik. Sizin anlayacağınız zehirden elde kalan ancak çuvalın yarısı. Bu
kadar zehir fareleri öldürmek için yetecek mi? Bu çiftliğe elimden geldiği gibi
bakamadığım için akşamdan beri emrim altında çalışanlara kan kusturdum. Herkes
işini adam gibi yapsaydı bütün bu olanlar yaşanmayacaktı.
Yağmur kapıda
demiştim ya işte geldi. İnce sepken, yattığım odanın camına vurmaya başladı.
Çok geçmeden hızlandı. Akşam yemeğinin üzerine yediğim tereyağlı ekmek mideme
oturup gözlerime ağırlık yaptı. En iyisi uyumaktı. İşin kalanını sabahın
aydınlığına bırakmak daha mantıklı görünüyordu.
Gece, yağmur
bütün şiddetiyle yağdı. Sabah olunca biraz ileride bulunan demir yolundan geçen
Anadolu ekspresinin gürültüsüyle uyandım. Bu sabah etrafta bir tuhaflık vardı.
Pencere kenarındaki kurumuş saksıların kenarına konan serçeler ortalarda yoktu.
Kalın perdeyi elimle aralayıp dışarıya bakındım. Galiba köyün bütün serçeleri
zehirli darıdan nasiplenmiş gibiydi. Etraf sessizdi. Kuşlardan eser yoktu.
Ötelere baktım. Orada kümelenen solgun ağaçların dallarında olabileceklerini
düşündüm ama yoktular. Yer yarılmış da bütün serçeler yerin içine girmiş
gibiydi. Bu bana çok acı verdi. Belki dünkü fırtınadan sonra hâlâ yuvalarından
çıkamamışlar diye iyimser düşünceye kendimi teslim ettim. Beklemekte fayda
vardı.
Yan odalarda
yatan çalışanlara bu durumdan hiç bahsetmeden mutfakta hazırlanmış kahvaltı
için aşağıya indim. Kahvaltıda taze köy yumurtası, beyaz peynir ve tereyağlı ekmek
kızartması vardı. Gel gör ki kimsede yemek yiyecek mide kalmamıştı. Haftalardır
farelerle boğuşmaktan elimizi yemeğe uzatamaz olmuştuk. Bugün çiftlikte ne
yapıp edip bu iğrenç duruma son verecektim. İlk iş zehri gereken yerlere
yerleştirmek oldu. Ardından da hasada bıraktığımız arpa tarlalarına doğru yol
aldım. Bütün gece bereketli kollarından su tanelerini esirgemeyen gökyüzü,
toprağın suya doymasına sebep olmuş, geniş, çorak tarlalar boz rengi balçık
halini almıştı. Çalılıklara doğru yürümeye başladım. Yürürken zorlanıyor
çizmelerim çamura saplanıyordu.
Derken
çalılıkların altında ölmüş serçelerle karşılaştım. Birini elime aldığımda
küçücük ayaklarında sıcaklığı hâlâ duruyordu. Canı yeni çıkmışa benziyordu. Bir
toprak parçası kazıp onu gömdüm. İleriye yürüdüğümde birkaç ölü serçeyle daha
karşılaştım. Arazinin ilerisine doğru yürüsem daha başka ölü serçeleri de
görebilirdim ama ayaklarım tutmadı. Gerisin geri çiftliğe döndüm.
Adamlara
talimat verip bütün farelerin çiftlikten sürülmesini ve hiçbirinin ölüsünü
görmek istemediğimi söyledim. Çalışanlar, kâhyalarının sinirden böyle
davrandığını düşündüler oysa yanılıyorlardı. Ölen serçelerden kendimi sorumlu
tutuyordum. O günden sonra, çok uzun süre serçeleri göremedim. Alaycı kargalara
kalmıştık. Kar bastırınca başka kuşlar çiftliği süsledi ama onlarda kurşun
renkli kanatlı serçelerin sıcaklığı yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder