20 Ocak 2012 Cuma

Edebiyat ve İdeoloji İlişkisi Üzerine

Sosyolog Kenan Çayır (Bilgi Univ.) ile Söyleşi
Mücahid Sağman, Nida Dergisi

Edebiyat tarih boyunca toplum oluşumunun ve toplumsallığın bir alanı olmuştur. Bu anlamıyla ne siyasal erkten ne dinden ne de ekonomiden bağımsız değildir. Bu söyleşide, toplumu oluşturan nesnel bir algı olarak ideolojinin edebiyat ile olan ilişkisini incelemek istiyoruz.
Edebiyat ve ideoloji arasında nasıl bir bağ vardır?
Bu soruya edebiyatı ve ideolojiyi hangi bağlamda ele aldığımıza bakarak cevap vermek gerekir. İdeolojiyi, ‘belirli bir fikri empoze eden bakış açısı’ şeklinde dar bir açıdan ele alabiliriz. Bu açıdan da bazı edebiyat ürünlerini, ‘belirli bir fikri didaktik bir şekilde okuyucuya aktarıyor mu aktarmıyor mu, yani ideolojik mi yoksa değil mi?’ şeklinde değerlendirebiliriz. Bu anlamda hemen her düşünce akımının, yani sol, Kemalist, İslami vs., didaktik, ideolojik yapıtları vardır.
Daha geniş anlamda baktığımızda ise ideoloji, hepimizi çevreleyen dilsel, kültürel, anlamsal pratikler bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında ise ‘her edebi ürün ideolojiktir’ denilebilir. Çünkü edebiyat, dil ile şekillenen, belirli bir kültürel ortamda anlam kazanan, belirli bir okuyucu kitlesi için üretilen ve yine kendisi de çevresini belirli bir perspektiften gözlemleyen bir yazarın faaliyetidir.
Benim açımdan bir sosyolog olarak önemli olan, edebi yapıtların, içinde bulundukları toplumsal ortamı nasıl tasvir ettikleri ve farklı metinlerle nasıl ilişkiye geçtikleridir. Edebiyat sosyolojik süreçleri incelemenin en önemli araçlarından biridir. Örneğin bugün bence, erken Cumhuriyet dönemini sosyolojik olarak incelemek için en önemli kaynak hâlâ edebiyattır. Dolayısıyla benim için ideolojiyi dar ya da geniş anlamda ele almaktan çok edebiyat ile toplumsal süreçler arasındaki ilişkiye bakmak daha önemlidir. Ve bu anlamda evet, her edebiyat belirli bir ideolojik duruşun, dilsel pratiklerin ve güç ilişkilerinin bir sonucudur.
Türkiye’de Eleştiri, edebiyatın yönlendirilmesi anlamında ne kadar etkendir? Bu bağlamda ‘İslamî edebiyat’ eleştirinin neresindedir?
Edebiyatçı olmadığım için eleştiri ve edebiyat ilişkisi hakkında derinlemesine konuşma yetkisini kendimde görmem. Ama izleyebildiğim kadarıyla sadece edebiyat alanında değil, birçok sanatsal alanda uzmanlar, Türkiye’de iyi bir eleştiri geleneğinin yerleşmediğini ileri sürüyorlar. Edebiyat eleştirilerinin yapıldığı dergiler, yıllıklar zaman zaman çoğalıyor ama Türkiye’de birçok alanda gördüğümüz gibi süreklilikleri olmuyor. Yine edebiyat alanında kısa süre hayatına devam eden ve kapanan dergiler dönemindeyiz sanırım.
Bu alandaki bir önemli nokta da bence farklı kesimler arasındaki kopukluk. Belirli bir düşünce akımını takip eden insanların kendi alanlarındaki eserleri tanıtan, eleştiren dergiler çıkarmaları doğal ve önemli bence. Ancak bazen bu ‘birbirini izlemeyen ve birbirine sağır cemaatler’ haline de dönüştürüyor insanları. Örneğin, İslami çevrelerce üretilen edebiyat, diğer kesimler tarafından neredeyse hiç tanınmamakta ve eleştirilmemektedir. İslami kesimlerde bir zamanlar yayınlanan Suffe Kültür ve Sanat Yıllığı’nda da bu durumdan şikâyet edildiğini hatırlıyorum. Fethi Naci, birkaç İslami romancının eserleri hakkında eleştiri getirir ama o da estetik açıdan zayıflıklarına işaret ederek, bir daha bunu yapmayacağını söyler ve yapmaz. Ama İslami çevrelerde üretilen edebiyatı da homojen olarak görmemek gerekir. Ben hâlâ daha derinlikli bir bakışın ve eleştirinin yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Son yıllarda İslami ve laik, sol, liberal çevreler arasında bir yakınlaşma ve iç içe geçme durumu yaşanıyor. Örneğin İslami kesimden insanlar farklı gazetelerde yazıyorlar, yine İslami kesimden olmayan insanlar İslami kaygıları olan yayın organlarında yazıyorlar, toplantılarda birlikte oluyorlar. Ama edebiyat eleştirisi açısından değişen durum yok gibi. Farklı kesimler ve yapılan eleştiri birbirine değmiyor.
1980’lerin 90’ların İslamcılığından bugün 2000’lerin İslamcılığına geçişte ‘İslami Edebiyatın’ seyri hakkında neler söyleyebiliriz?
Kitabımın temel tezi de İslami hareketleri incelemek için edebiyatın önemli bir kaynak olduğudur. Dolayısıyla sorunuzun ima ettiği iki nokta önemli: İslami kesimlerdeki toplumsal olaylar ve edebiyat arasında yakın bir ilişki var. Ve İslami hareketler son yirmi, otuz yıldır önemli bir dönüşüm geçiriyorlar.
İslami hareketler Türkiye’de ve dünyada genellikle özcü bir şekilde yorumlanırlar. Bugün de bunun izlerini görüyoruz siyasi tartışmalarda. Yani sanki dindar kesimlerin zaman içerisinde hiç değişmeyen, toplumsal ve siyasal ortamdan etkilenmeyen bir anlam dünyaları ve hedefleri varmış gibi düşünülüyor. Oysa sosyolojik açıdan baktığımızda kutsal metinler, dinsel inançlar; toplumsal aktörler tarafından hep ve sürekli yeniden yorumlanıyorlar. Dolayısıyla özcü değil, süreç içindeki değişimlere ve etkileşimlere odaklı bir okuma yapmak gerekir.
Edebiyatın bize sağladığı şey de budur aslında. İslami kesimlerce üretilen romanlarda biz belirli dönemlerin dindar aktörlerini, çevrelerini değerlendiriş şekillerini ve öteki insanlara bakış açılarını görürüz. Yani bazen genelleme yaparak konuştuğumuz, İslami hareketler dediğimiz şeyin kanlı, canlı aktörlerini görürüz. Bu açıdan 1970’lerde üretilmeye başlanan ve 1980’lere hâkim olan romanlar, kamuoyunda ‘hidayet romanları’ olarak bilinen belirli bir tür oluşturmuşlardır. Bu romanlarda dindar aktörler modernleşme süreci ile hesaplaşırlar. Modernleşme sürecinden dışlanmalarını, modernizmin ‘sokağın huzurunu’ bozduğunu, dindar insanları aşağıladığını anlatırlar. Dönemin başörtüsü yasakları da dâhil olmak üzere birçok toplumsal sorun da yansır bu romanlara. Hidayet romancıları, edebiyatı, Cumhuriyet batılılaşması ile hesaplaşma alanı olarak görürler. Ve bundan da önemlisi belki romanlarını, İslami mesajlarını iletmek için yazarlar. Dolayısıyla bu hidayet romanları aynı zamanda birer eğitim malzemesi gibidir. Dönemin laikleşme, modernleşme, kentleşme süreci karşısında dindar aktörlere, nasıl tavır takınacaklarına dair hep benzer tavsiyelerde bulunulur. İslami bir düzen ve toplum hayal edilir bu romanlarda.
1990’lara gelindiğinde ise bu romanlara İslami kesimin içinden de eleştiriler yükseltilir. Bu romanlarda resmedilen ezik, arabesk, dışlanmış figürlerin dindar aktörleri temsil etmediği ileri sürülür. Sosyolojik açıdan da önemli bir tespittir bu. Çünkü 1990’lara gelindiğinde dindar aktörler artık siyasal, ekonomik ve kültürel alanda yavaş yavaş başarı göstermeye başlamışlardır. Birçoğu üniversitelerden mezun olmuş, zenginleşmeye başlamış ve modern meslekler icra etmeye başlamış aktörlere dönüşmüşlerdir.
Dindar kesimler açısından değişen bu sosyolojik zemin, bence kendini edebiyatta da göstermeye başlar 1990’larda. Nitekim bu dönemde üretilen romanlar, sayıca az olsa da hidayet romanlarından tamamen farklıdır. Benim özeleştirel romanlar olarak adlandırdığım bu dönem romanlarında İslami karakterler bu kez, 1980’lerin İslami anlayışıyla yüzleşirler. Hatta açık açık hidayet romanlarındaki anlatıyı sorgularlar. Hidayet romanlarında hayal edilen dünyanın gerçek dünyadan tamamen farklı olduğunu dile getirirler. Bu arada İslami kesimler içindeki heterojenlik de açığa çıkar. Özellikle kadın romancıların yazdığı edebi ürünlerde dindar erkekler, kadınları kamusal yaşamın dışında tutmaya çalışan İslami söylemler açıkça eleştirilir. Yani dindar aktörlerde görülen dönüşümlerin hikâyeleridir bu dönem romanları.
Bu dönüşümün yansımalarını, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin eski geleneğini eleştirmesindeki gibi siyasal alanda da görürüz. Ya da bazı eski İslamcı aktörlerin, değişimlerini kaleme aldıkları otobiyografik metinlerde de görmeye başlarız bu yıllarda. Ama bunların hiçbirisi Halime Toros’un ‘Halkaların Ezgisi’ ya da Mehmet Efe’nin ‘Mızraksız İlmihal’ romanlarındaki gibi duyguları da işin içine katarak gerçekleştirilen anlatım kadar etkili değildir. Bu yüzden sürekli vurguluyorum, edebiyat, sosyolojik süreçleri izlemenin eşsiz araçlarından biridir.
Metin-yazar-okuyucu arasındaki dinamik bağdan hareketle, toplumu oluşturan parametrelerin değişimi edebiyat üzerinden nasıl okunabilir?
Ben toplumsal ortamın edebiyatı şekillendirdiği ya da tam tersinin iddia edildiği tek yönlü açıklamaları eksik buluyorum. Bence çift yönlü bir etkileşim var. Yani her edebi ürün bir toplumsal ortamın ürünü. Ama aynı zamanda o ortamı da, o ortamdaki aktörleri de etkileyen bir ürün.
Bunu biraz daha açarsak, bir dönemde üretilen edebi eserin anlaşılması, anlam kazanması için içinde bulunduğu toplumsal bağlamla ilişkide olması şarttır. Bir romanı sadece yazarının ürünü olmasından çıkaran da budur. Roman, içinde bulunduğu toplumsal ortamla, okuyucu profiliyle iletişime geçebilmelidir ki anlaşılsın. Edebi eseri, bireysel çalışan bir yazar üretiyor, hatta hikâyeyi kurguluyor gibi görünebilir ama o yazarın kullandığı dil toplumsaldır. Aksi takdirde eserin anlaşılması da mümkün değildir zaten.
Öte yanda edebi ürünler okuyucularını da etkilerler. Türkiye’nin çok farklı yerlerinde birbirleri arasında fiziksel irtibat olmayan milyonlarca insanı ‘İslami hareketler’ şemsiyesi altında toplayan da üretilen edebi olan ve edebi olmayan eserlerdir. Çünkü bu kadar farklı insana dil veren, muhayyile kazandıran, ortak bir duygu repertuarı sağlayan şey öncelikle ortak bir şekilde okunan romanlardır. Dolayısıyla edebiyat ve toplumsal parametreler etkileşimini çift yönlü düşünmek gerekir.
İslamcılığın iktidar hedefini yakalayıp sekülerleşme eğilimi gösterdiğine dair genel bir kanı var. Buradan hareketle yeni edebi akımın “hidayet” ya da “düzen karşıtlığı” ya da “İslami sembolizmin her yerde görünebilirliği” gibi söylemler bugün hangi yeni söylemi üretmiştir/yer değiştirmiştir kendi içinde?
İslami kesimlerin ben de gittikçe sekülerleştiğini düşünüyorum. Bunu muhakkak kötü anlamda da kullanmıyorum. Dindarların ve her kesimin sürmek zorunda olduğu modern yaşam ile dindar pratikler arasında gerilim var. Modern yaşam, modern meslekler, insanları, dini inanışlarını yeniden yorumlamaya itiyor. Bu yorumlar içerisinde ben dindar kesimler arasında çok daha eşitlikçi, çok daha evrensel değerler üretebilecek bir potansiyel de görüyorum. Ama bu dönemin gerilimleri ve dönüşümleri henüz edebiyata yansımadı sanki.
Bu yeni dönemin bence en önemli aktörleri dindar kadınlar. Çünkü İslami kesimlerdeki zenginleşme, sınıf atlama, siyaset ve ekonomik alandaki başarı öykülerine rağmen dindar, başörtülü kadınlar hala ayrımcılığa uğruyorlar. Ve eleştirilerini hem dindar kesimlere hem de laik kesimlere yöneltiyorlar. Çünkü İslami söylem hâlâ kadını kutsallaştırıyor; tüm yüceltilen değerleri kadınların sergilemesi isteniyor; bu da kadınların yaşam alanını müthiş daraltıyor. Kadınlar çalışmak istediklerinde, İslami şirketlerde dahi düşük ücretlere mahkum edilerek sömürüldüklerini dile getiriyorlar. Başörtüsü kamusal alanda ise birçok laik insan için hala sorun zaten. Ama son zamanlarda dindar, feminist, solcu vs. kadınlar insan hakları bağlamında bazen ortak hareket ediyorlar. Bu da hem dindar kadınları hem de öteki ideolojileri dönüştürüyor. Bu tür toplumsal eylemlerden ve pratiklerden ben, yeni bir dil ve edebiyat çıkabilir diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı