26 Ağustos 2011 Cuma

Gerçek, Rüya ve Hakikat Arasındaki Yolculukta Tanpınar


Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatında iz bırakan önemli bir şahsiyettir. Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Tanpınar, romancı, şair, hikâyeci, deneme yazarı, edebiyat tarihçisi, eleştirmen, çevirmen, düşünce adamı, akademisyen ve milletvekili olarak tanınır. 1901–1962 yılları arasındaki ömrüne bütün bu alanlarda yaptığı çalışmaları sığdıran Tanpınar, daima en güzelin peşinde titiz bir sanatçı olma hüviyetini korumuştur.
Birçok sanatçı gibi Tanpınar da devrinde anlaşılamamış, bundan rahatsız ve şikâyetçi olmuştur. Kendisinin “Dünya içinde ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türkiye’nin peşinde…” olduğunu ifade eden Tanpınar, adını ve küçük şöhretini hak ettiğini söyleyerek başarılarının görmezlikten gelinmesine ve kendisine bu yolla yapılan haksızlığa isyan eder.
Hayatında hep bir şeylerin geciktiğini söyleyen Tanpınar, aradığı ilgiye ve şöhrete ölümünden çok sonra ulaşmıştır. Bugün doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle yapılan anma toplantıları ile o adeta yeniden keşfediliyor, eserleri tekrar tekrar basılarak ölümünün kırkıncı yılında yâd ediliyor.
“Acayip bir kader her şeyimi geciktiriverirdi.” diyen Tanpınar: “… öyle ki 59 yaşında ilk defa ihtiyar bir kız gibi dışarıya gittim. Kırk yaşımda tek odalı müstakil bir evim oldu. Her şey hayatımda geç oldu.” diyerek hayatındaki gecikmelerden yakınır.
Tanpınar her şeyden önce bir Türk aydınıdır. Kısa denilebilecek hayatı içinde Türk toplumunun farklı dönemlerine şahit olmuş, devletin idari yapısındaki değişiklikleri yaşamış, yeni bir devlet yönetimi oluşturulurken, Batılılaşma süreci içinde eskiye olan insafsız hücumlar karşısında, sanatçı hassasiyeti ve fikir adamı sorumluluğuyla görüşlerini dile getirmiştir.
Tanpınar’ın Batılı sanatçıları tanıması bir şanstı. Tabii olarak onlardan etkileniyordu fakat Doğu Medeniyetini de iyi biliyor, bir değer olarak hakkını teslim ediyordu. Ondaki bu bakış açısının oluşmasında aldığı eğitimin, dolaştığı coğrafyanın ve ailesinin büyük rolü vardı. Bir Osmanlı kadısı olan babası Hüseyin Fikri Efendi’nin Siirt’te iken Tanpınar’ı Fransız Dominicain rahiplerinin idare ettiği bir okulda okutması ve halk edebiyatını iyi bilirdi dediği büyükannesinden dinlediği Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı hikâyeleri, Yunus ilahileri, türküler ve masallar ondaki fikir ve sanat dünyasının oluşmasında etkili olur. “Evimizde masal hâkimdi, bir kadın vardı, hem çok güzel türkü söylerdi, hem çok güzel masal anlatırdı, folkloru iyi bilirdi.” sözleri onun beslenme kaynakları hakkında bilgi vermektedir. Bu ifadeler aynı zamanda Türk toplumunda o devirdeki kültür birikiminin, ailedeki anneanne tarafından zevk ve eğlence kültürümüzün temel taşları olan değerlerimizin çocuklara aktarıldığının anlamlı bir delilidir. Bu kültürel beslenmeler sonrası oluşan düşünceleriyle Tanpınar, hat ve musikinin klasik edebiyatımıza tesir eden iki sanat oluşunun altını çizecek, türkülere de dikkat çekerek onların bozulmamışlığını, asilliğini muhafaza ettiğini vurgulayarak “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona türkülerden gitmelidirler.” diyecektir.
Tanpınar ülkenin geçirdiği değişim ve gelişmeleri izlerken şuursuzca Batılılaşma yerine mazinin değerlerini ve güzelliklerini yıkmayan bir Batılılaşmayı tercih eder. Bizi biz yapan değerlerin önemini vurgulayarak değişim ve gelişme değerlendirilirken bunun şarklılık ve garplılık olarak adlandırılmamasını ister. O, daima içinde yaşadığı hayatın değerlerinin altını çizer, bizden renk ve nefesleri arar ve memleketin realitesinin göz önünde bulundurulmasını ister.
Maziyi inkârın mümkün olmadığını dile getiren Tanpınar; “Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder. Terkibin içine ister istemez sokacağız. O kendisinden gelmemiz lazım olan şeydir. Bir devam fikrine vehim de olsa muhtacız.” der. Selçuklu ve Osmanlılardaki ilim ve sanat adamlarımızın büyüklüğünü tamamen kendilerine olan güvenin eseri olarak ifade eder ve buna dikkat çeker. Yenilikler ve Batılılaşmayı fırtına olarak niteleyerek; “Fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış bir çınar dayanır.” der ve tercihini “Eski belleğimizden bir özle doğuş” şeklinde belirler. “Hadiselerle beraber biz de değişiriz.” diyen Tanpınar değişimin gerekliliğini ve tabiiliğini belirtirken mazinin ve kendimiz olmanın önemine dikkat çeker: “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz, geçmiş bizi bir kuyu gibi çekiyor.” der.
Sanatın evrensel olduğunu belirten Tanpınar, “Fuzuli’yi ve Nef’i'yi hakikaten sevip anlayan bir muasır, ondan Avrupa şiirine Goethe’ye, Shekaspear’e çok kolay geçebilir. Dede Efendi ile bestelenmiş bir ruh için ise Bach sadece bir kardeştir.” der. Bir başka ifadesinde; “Aldığım derslerde Racine ve Verlaine, Nedim’le Baki, Şeyh Galip’le Baudelaire ile adeta kol kola geliyordu. Bektaşi fıkrası, halk şiiri, eski tarihçilerimiz, Balzac ve Dostoyevski ile yan yana idiler.” derken, sanatın salt Doğu veya Batı açısından değil oluşturduğu sanat değeri ve estetiği açısından ele alınmasını işaret ederek Doğulu ve Batılı sanatçı ve sanat eserleri arasındaki ortaklığa, estetiğe işaret eder.
Yaşadığı zaman diliminde ülkenin geçirdiği farklı devir ve uygulamalara şahit olan Tanpınar, Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektupta “Biz ki içimizde zıtların uçurumunu yaşıyoruz.” der. “Baş ve gövdenin birbirine yabancı oluşu” teşhisini koyan Tanpınar, bu yapılanmanın zıtlığı ve yanlışlığını bu şekilde örnekleyerek kültürümüzü bir bütün olarak Osmanlı’ya borçlu olduğumuzu vurgular.
“Failatün Failün” tartışmasıyla zamanımızda yeniden gündeme gelen o zamanki Divan şiirine olan kasıtlı ve yanlış bakışa şu şekilde cevap verir: “Eski şiiri behemehal itham etmek isteyenler bu güzellikleri değil, sadece bu terkibin içine giren kelimeleri ve onların yabancılığını görüyorlar. Bu sonoriteyi, bu yay çekişini bu bir rakkase gibi kendi üstüne olan her an yeni bir ilhamla kıvrılan hareketi ve bir akşama açılan mermer kemerler gibi bütün bu üslup arasında seyredilen ruh peyzajını hesaba katmak istemiyorlar.”
İnsan hayatını değerlendirirken “Hayat; zamanın fırınında, ateşe attığımız bir kâğıt kadar çabuk yanıyor. Belki hayat hakikaten bazı filozoflarımızın dediği gibi gülünç bir oyundur. Hayat güzelleşmek ve manalı hâle gelmek istiyorsa onun edebiyata geçmesi lazımdır der. Bu düşünceden hareketle bu felsefeye uygun edebî eserler veren Tanpınar, okurun gerekli donanıma sahip olduğu zaman sanat eserindeki güzelliği keşfedeceğine inanır.
Tanpınar, zamanından hep yakınır ve huzursuzluğunu eserlerine döker. Doğu ile Batı’nın değerlerini harmanlarken yine de ruhunu tatmin edememenin ızdırabını duyar, arayışını hep sürdürür. Tecessüsleriyle Allah’a inandığını ifade ederken tam bir Müslüman olup olmadığından şüphelidir. Kadir Gecesi’nde Sultan Ahmet Camii’ni dolduran huşu içindeki kalabalığı caminin penceresindeki demir parmaklıklara dayanarak, gizlice, gözyaşlarıyla seyreder. İçeri girme cesaretini gösteremez. O tasavvufi derinlik yerine profan bir mistikliği tercih eder. Bu aynı zamanda o dönemdeki aydınımızın gerçekle yüzleşen hazin bir fotoğrafıdır. Benzer duyguları Konya’da da yaşayan Tanpınar Beş Şehir’de Kadir Gecesi gittiği Mevlâna ayininden bahseder. Tanpınar ayindeki sembollerden oluşan terkibe hayranlığını dile getirir. Semazenleri dünyanın en güzel rakkasları olarak vasıflandırarak şöyle der; “Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen, değişen, süzülen, adeta maddi varlıklarından ayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehidi olmuşlardı ve gerçekten musaffa ruh hâlinde, iki yana açık kolları ve rıza ile bükülmüş boyunları ile döne döne semavata çıkıyorlardı. O akşam semada gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda, pazarda işlerinin başında ve bir talebemi lisede karşımda görünce hakikaten şaşırmıştım. Onları ben arkalarında esen rast’in sert rüzgârında uçup gitmiş sanıyordum. Bu ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılamadığıma o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır.”
Estetiğini rüya ve masal üzerine kurgulayan Tanpınar daima mükemmelin peşindedir. Ona göre sanat; “İnsanın realitesidir fakat sanat eserlerinin rüyalarımıza refakat eden ruh hâline ihtiyacı vardır. Sanat büyülemelidir.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı en iyi anlayanlardan biri de onun talebesi olmuş, onunla uzun yıllar birlikte yaşamış Mehmet Kaplan’dır. Onun tespitlerine göre; “Huzur Romanı, alışılan manada bir vak’a romanı veya hayatı sadece nakleden romanlaştırılmış bir biyografi değil, her şeyi derinden duyan, tahlil eden duygu ve düşüncelerine en güzel şekli veren bir fikir ve sanat adamının ruh senfonisidir. İnsan varlığının derin manasını sanatta bulan Tanpınar bu romanında İstanbul peyzajı ile klasik Türk musikisini bir keman gibi kullanır. Abdullah Efendi’nin Rüyaları derinlik psikolojisi ile izah edilebilecek fantezilerle doludur. Yaz Yağmuru ‘nda yazar, insan ruhunun derinliklerinde dolaşmakla beraber rüya ve hayaller vasıtasıyla şiir ve sanata yükselir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde kendi nesli ile Cumhuriyet devri bürokrasisinin en güzel hicvini yapar. Geniş kültürü olan Tanpınar, ironik bir tavır almakla beraber bu eserinde de derine iner. Sosyal meselelerin arkasındaki zemberekleri görür. Beş Şehir, Türkçe’de benzeri bulunmayan bir denemedir. Şehirler medeniyetlerin aynalarıdır. Görmesini ve gördükleri üzerinde düşünmesini bilen Tanpınar, Ankara, Bursa, istanbul, Konya ve Erzurum’ u zengin tarih, coğrafya ve sanat terkibi içinde ele alır. Yaz Yağmuru, baştanbaşa şiir, masal, çocukluk hatıraları korkuları ve özdeyişleriyle doludur.”
Doğu ve Batı kültürüne hâkim ve bunların karışımından estetiğini oluşturan Ahmet Hamdi Tanpınar’m ruh hâli eserlerine doğrudan yansır. O, Narmanlı’daki tek odalı evinde, kucağındaki kedisiyle genellikle yalnız bir insandır.
“Dua, şiirin en yüksek merhalesidir. Ruh, kâinatla duada birleşir.” diyerek ilahi hakikatleri ifade ederken, “Başım sükûtu öğüten/Uçsuz bucaksız değirmen/İçim muradına ermiş/Abasız, postsuz bir derviş.” mısralarıyla adeta kendini anlatır.
Tanpınar’ı yaşadığı zamanın siyasi oluşumlarına karşı kendisiyle de çelişen yorumlarda bulunurken görürüz. Bütün bunlarla onu değerlendirirken yaşadığı dönemin şartları içinde ve içinde bulunduğu sosyal hayatla, zaaflarıyla bir insan olduğu hakikatini göz ardı etmemeliyiz.
Onun düşünceleri, sanat anlayışı, estetik yorumu ve eserleri gelecek nesiller için her zaman orijinal bir kaynak olmaya devam edecektir.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı