27 Haziran 2011 Pazartesi

Fikret Başkaya İle Kapitalizm Üzerine

Koridor Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Mayıs-Haziran 2011, Sayı 18
Fikret Başkaya İle Koridor Dergi İçin Söyleşi
Nalan Temeltaş

Size de öyle gelmiyor mu? Sanki Fikret Başkaya’yı düşünsel dünyamızdan çıkarırsak ciddi bir boşluk oluşacak. Yüzünün yarısı umutlu bir netlik, öteki yarısı sosyalizmde ısrar. Seveni, sevmeyeni, takip edeni, kayıtsız kalanı açısından da. Yıllar önce yazdığı ve akabinde cezaevine gireceği “Paradigmanın İflası”nda da ( Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş ) henüz yayımlanan ve söyleşi nedenimiz olan “Yeni Paradigmayı Oluşturmak” ( Kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme ) kitabında da düşün dünyasına yaptığı katkıyla, bilimsel eleştiriye devam ediyor. Her seferinde olduğu gibi tarihin sokaklarını işaret ederek! Hayatın tam da içinden önerileriyle zorla güzellik olacağı ihtimali üzerinde duruyor. Teyibi uzatmadan evvel, çağrı merkezlerinde sık karşılaşılan ‘’ Kalite ve güvenlik standartları gereği görüşmeniz kayıt altına alınacaktır hocam!’’ esprisiyle kapitalizmin kötülüklerine gülmedik desem yalan olur.

“Yeni Paradigmalar Oluşturmak” kitabınızda bahsettiğiniz en fazla 500 yıllık kapitalizmin , insanlığın dertlerine deva olmadığı, aksine başlarına bela olduğu fikrinden yola çıkabilir miyiz hocam?

Aslında kapitalizmin tarihine baktığımız zaman, Kolomb’un macerasıyla [1492] başlayan bir süreç. Tabii bir mayalanma dönemi var. Belki 10. Yy’a kadar geriye gidiyor ama biz mayalanma dönemini dikkate almazsak 16. yy başında kapitalizmin ilk dönemi olan merkantilist emperyalizm başlıyor. İlk tahribat Amerika kıtasında oluyor, biliyorsunuz. Kolomb Amerika’ya ilk adım attığında kuzeyden güneye bütün Amerika’nın 80 milyon nüfusu olduğunu varsayılıyor. Aradan 50-60 yıl geçtikten sonra, yani 1600 lerin ortalarında gelindiğinde, kıtanın nüfusu 10 milyona düşüyor. Bu bir jenosid, hem de müthiş bir jenosid. İlk vardıklarında orada birikmiş hazineleri yağmalıyorlar. Ordaki uygarlıkları İnka, Aztek, Mayaları tahrip ediyorlar. Birikmiş olan devasa altını, gümüşü, değerli taşları yağmalayıp Avrupaya taşıyorlar. Bir süre sonra bakıyorlar ki her taraf altın, yerin altı, kıymetli maden gümüş dolu, üstünde müthiş verimli topraklar, fakat bu sefer de çalışacak insan kalmamış. Bu yüzden de Afrika’dan köle ticareti başlıyor. Devasa bir nüfus oradan koparılıyor, yok ediliyor. Velhasıl ikinci bir jenosid yapıyorlar. Bütün bu birikimlerin sonunda Avrupa zenginleşiyor, sanayi devrimi denilen bu birikimler üzerine inşa ediliyor. (Elbette tek neden bu değil). Sanayi devriminden sonra, yani 1800’lerin başından sonra ikinci bir hamle ile; bu sefer eski dünyaya yöneliyorlar. Hindistan, Afrika’nın doğusu, kuzeyi, Orta-Doğu… Sanayi devriminden sonra, kapitalizmin ilk yapısal krizinden sonra (1870‘li yıllar) yeni bir saldırı başlıyor. İşte dünyadaki şekillenme o zaman tamamlanıyor. Tüm dünyadaki emperyalist ülkeler grubu Avrupa’nın batısı, Avrupa’nın uzantısı olan ABD, Avusturalya filan ve bunun dışında kalan bir dünya, ikili bir dünya sistemi oluşuyor. Dünya, sanayisi olanlar- saniyesileşmiş ve sanayisi olmayanlar şeklinde iki kutba ayrılıyor... Yani Avrupa’nın zenginliği, ihtişamı ne denirse densin dünyanın geri kalanının beşeri ve doğal kaynaklarının yağmalanması üzerine oturuyor. 2. Dünya savaşından sonra beşeri ve doğal kaynakların yağmalanmasında müthiş bir artış ortaya çıkıyor. Mesela 1960 yılında dünyanın doğal kaynaklarının % 60 ı kullanılabilir durumda yani % 40’lık henüz kullanılmamış kaynak varken, şimdilerde % 120’si kullanılıyor. Doğanın kendini yenileyebilirliğinin ötesinde bir kullanım düzeyi söz konusu... “Çığırından çıkmış bir Dünya” yani. Yine kapitalizmin ikinci yapısal krizinden sonra, 1970’lerde neoliberalizm denilen emperyalist saldırının derinleşmesi, yoğunlaşması ve kapsama alanının genişlemesiyle birlikte, sosyal kötülüklerde hızla derinleşiyor. Velhasıl sosyal ve ekolojik kötülüklerin derinleşmesiyle tam bir “Sürdürülemezlik” tablosu ortaya çıkmış durumda. Bu kadarla da değil; insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehdit eder duruma geliyor. Onun için vakitlice geçerli paradigmanın dışına çıkmak gerekiyor.

Kapitalizmi milyonlarca insana gıda, eğitim, tıbbi bakım sağlama konusunda başarısız. Tarihsel sosyalizmi ise, en azından bu bahsi geçen konularda sınırlı kaynaklara ve alışkanlıklara rağmen başarılı sayabilir miyiz?

Şimdi biliyorsun, 20 yy. başlarından itibaren kapitalizme, emperyalizme, kolonyalizme karşı kapsamlı bir başkaldırı var. Aynı zamanda emperyalist ülkelerde işçi sınıfının mücadelesi var. Bu başkaldırılardan birinin sonucu da Sovyet Devrimi, işte onun devamı olan devrimler. Bunlar, farklı bir toplum projesiyle tarih sahnesine çıktılar fakat bir çok zaaflarla malul oldukları için maalesef sürdürülebilirliği sağlayamadılar. Yani kalıcı olamadılar. İstersen niçin başarılı olamadıkları tartışmasını bir kenara bırakalım. Sonuçta bazı alanlarda sosyal hizmetlerin sağlanması, açlık sorununun çözümü gibi alanlarda görece başarılıydılar ama başarıyı bir bütün olarak düşünürsek sürdürülebilemez oldukları ortaya çıktı, iflas ettiler, çöktüler. Yani sorudan herşeye rağmen bunların ihya edilmesi gerektiği gibi bir anlam çıkarmam gerekiyorsa, asla öyle bir şey mümkün değil! Çünkü insan sadece karnı doyması gereken bir yaratık değil biliyorsun. İnsan birçok şeyin bir bütünü. Özgürlük istiyor, adalet istiyor, haysiyetini korumak, haysiyetli bir yaşam istiyor, özgür yaşamak istiyor; velhasıl kendi kaderini tayin etmek istiyor, saygın bir varlık olarak yaşamını sürdürmek istiyor... Ben şahsen Marksist bir insanım, insanlığın geleceğinin Komünizmde olacağından hiç şüpheye düşmedim. Kapitalizmle komünizm arasında üçüncü bir seçenek yok da ondan... Eğer bilen varsa söylesin! Niçin hiç şüphe etmediğimi saatlerce de anlatabilirim ama biz insanlara maddi şartları iyileştirecek diye Sosyalist / Komünist olmuyoruz ki! Mesele domuzu doyurmaktan ibaret olsaydı, her şey kolay olurdu... Ama ortada adı ‘insan’ olan bir varlık var...

Çok değil, 30 ya da 40 yıl içerisinde ekolojik tahribatın had safhaya varması ve milyonlarca insanın çevresel mülteci olması bekleniyor. Buna sebep olacak olan iklim değişikliklerinde kapitalizmin rolü nedir?

İklim değişikliği bugünkü tempoda devam ederse, bir kere çölleşmenin yaygınlaşması, sel felaketleri, su baskınları, tsunami gibi felaketlerin çoğalması demek. Aynı zamanda da, buzulların daha fazla erimesi sonucunda deniz seviyelerinin yükselmesi demek. Pasifik okyanusu, Atlantik okyanusu, özellikle Güneyde yaşayan insanları düşünün, müthiş bir nüfusun bulunduğu yerden kovulması zorunlu hale gelecektir. Şimdiden yavaş yavaş belirtileri de var, bildiğiniz gibi. Mesela atmosferin ısınması ve iki derecelik bir yükselme bile, bizim şu anda hayal bile edemeyeceğimiz ekolojik toplumsal, sosyal ekonomik sorunlar doğurma istidadı taşıyor. Bir kere bunun bilincine varmak gerekiyor. İkincisi de, gereğini yapmak gerekiyor. Eğer bütün bunlar kapitalist paradigmanın ortaya çıkardığı insânî, sosyal, ekolojik kötülüklerse, o halde biz kapitalizmden çıkmayı acilen başarmalıyız. Yani iki şeye dikkat çekmek gerek. Bir, kapitalizmden çıkmamızı gerektiren bir durumla yüzyüzeyiz. İki, bunu acilen yapmamız gereken bir durum söz konusu. Aksi taktirde, geriye kurtarılacak pek bir şeyin kalmaması riski var. Bak başka bir şey söyleyeyim sana. Benim bu kitapla ilgili ya da diğer konferanslarımda fark ettiğim bir şey var. Tabii Burjuva çevrelerle yaşam alanlarımız çakışmadığı için, onlarla ilgili bir şey söyleyemem ama onun dışında birçok çevreden insanla karşılaşıyoum. İki türlü ‘anlayış’ [‘anlayışsızlık’] dikkatimi çekiyor. Diyeceksin ki, bu kalıcı olur mu? Değişir, değişeceğini de umuyorum ama şu an için tesbit ettiğim şöyle bir anlayış var. İnsanların bir kısmının yangından haberi yok! Yani onlar şeylerin olağan rotasında gittiğine dair bir anlayışa sahipler. Bir kısmı yangından haberdar ama kendisinden uzakta olduğunu düşünüyor. Benden sonra tufan aymazlığı işte... Fakat dikkat et, işte Japonya’da bir deprem oldu, arkasından tsunami geldi. Bu ikisi büyük felaketlerdi ama bence asıl felaket nükleer felakettir. Bir deprem, bir tsunami olur, bir yıkım tablosu ortaya çıkarır ve orada kalır. Oysa nükleer söz konusu olduğunda ‘başlar ve devam eder, artık hiç bitmeyen, on yıllar, yüz belki bin yıllar sürecek bir ‘felaket’ söz konusudur... Aslında doğal felaket değil, insanların peydahladığı bir şeyin sonucu olduğu için bence ona felaket demek doğru değil. Asıl hata nükleer santrallerin kurulmasıydı çünkü... Ben bu durum oluştuğunda, nükleer tartışmanın gündeme geleceğini düşünmüştüm. Maalesef egemen medya süratle bu sorunun üstünü örtmeyi, yeni gündemlere insanların ilgisi kaydırmayı yegledi ve başardı... Mesela Libya’daki durum Tunus ve Mısır’ın daha uzun süre gündemde kalmasına mani oldu gibi. Çok sevimsiz bir tablo ortaya çıkıyor. Yani mesela, şimdi emperalist bir savaş yürütülüyor Libya da: önce bir medya yalanları savaşı yürütülüyor, arkasından savaş geliyor. Tabii bunlar bu alçaklığı beş yıldızlı yaparlar. Söylemleriyle gerçek arasındaki uyumsuzluk beş yüzyıl gerilere gidiyor. Mesela başlarda İspanyollar ve Portekizliler, Amerika kıtalarına ilk vardıklarında dediler ki; Hristiyan olursanız ruhunuz cennete gider. Tabii nasıl cennete gittiklerini kısaca başta anlattık... Sanayi Devriminden sonra; dediler ki sizi uygarlaştıracağız 1945 den , ikinci emperyalist savaştan sonra ise sizi kalkındıracağız, dediler. Yani hep bir şey sunuyorlar. Oysa birçok insanın bilmediği Kolonyalizmin bir altın kuralı vardır. Fransızcası çok güzel ama Türkçeye çok güzel çevrilemiyor. Diyor ki ’’ Egemen olmak için ver, almak için egemen ol!’’ Yalnız bir tuhaflık şu ki; onların verdiği şeyler hep manevi ama aldığı şeyler hep maddi! Mesela ne yapıyor; işte sivilleri koruyor, tabii bu insani bir şey. Libya’da yaptıkları gibi... Karşılığında ne alıyor: Petrol! Onun verdiği şey manevi ama. İşte tabi bu insani yardım, insânî müdahale, hep bu emperyalist kurguyla ilgili yalanlar. Tabi bu durumun yaratılmasında medyanın ve sosyal düşüncenin büyük vebali var. Çünkü gerçeğin üstünü örtüyorlar.

Teknoloji karşısında büyülenmiş insanların, kitabınızda bahsettiğiniz doğanın dengesine katkıda bulunan kertenkeleler, ölü kuşlar, solucanlar için kaygılanması veya doğa tahribatının sonuçlarını kestirebilmesi ne derece mümkün ? Bu sorunun yanıtı sosyal medya ile örgütlenme tartışmalarıyla bağ kurabilir mi?

Kapitalizm kendi eğilimleri ve dinamikleri açısından sürekli teknolojiyi yenilemek, geliştirmek ‘zorunda’ olan bir sistem. Bu Kapitalizm açısından kaçınılmaz bir zorunluluk. Üretim kar için yapıldığından, üretilen her teknolojinin insan refahıyla ancak dolaylı bir ilgisi vardır. Fakat ileri teknolojinin mutlaka olumlu, yararlı olduğuna dair de genel bir “bilinç” de geçerli. Bu hakim / egemen bilinç solda da var maalesef. Mesela evvelsi gün İstanbul’da Özgür Üniversite’nin açılış dersindeydim, tam da bu temayla ilgili bir tartışma açıldı. Samimi solcu bir dostumuz, teknolojinin tarafsız bir şey, kullanıma bağlı sonuçları olabileceğini söyledi. Otomobil teknolojisi mesela; iyi de sen arzuladığın sistemde bunları ürtemeye ve kullanmaya devam mı edeceksin? Ama şöyle hayırlı bir sonucu da var ki, sorunlar büyüdükçe ve kendini dayattıkça, çözümlerinin de zorlayan bir yanı var. Egemen medyada bu soruların cevaplanması mümkün değil. Zaten medya, şu anda büyük sermayenin ta kendisi. Ondan etik, insânî bir şey beklemek iyimserlik olur ama her şeye rağmen sosyal medyada itirazların büyüme, güçlenme, filizlenme ihtimali var bence de. Kendiliğinden cevap arayanlar çoğalıyor, bu da umut verici. Nitekim insanlar bizim gibi Kapitalizm demeden, Emperyalizm demeden de çıkış yolları arıyorlar; hasarlarına karşı bireysel olarak da kendilerini korumaya çalışıyorlar. Bir başına buradan bir şey çıkmaz ama başka şeylerin başlangıcı olabilir. Mesela benim İzmir Karşıyaka da bir yeğenim var. On km. mesafeden süt getirtiyorlar. Muhtemelen o süte güvendiği için onun saf süt olduğuna inandığı için bunu yapıyor. O sütten yoğurt, sade yağ filan yapıyorlar. İmkanım olsa, ben de hormonlu, ne idiğü belirsiz şeyleri tüketmek istemem tabii...Yani bireysel çıkış arayışları, çok bilinçli olmasa da var. Olayların vehameti büyüdükçe insanlarda soru sorma kabiliyeti, yeteneği ve potansiyeli de onunla paralel artıyor ve artacak neyse ki. Aksi halde, durum daha da vahim olurdu.

Sosyal medyayı da bu açıdan , insanların sorularına cevap aramaları açısından daha özgür bir alan olarak düşünebiliriz. Mesele; ben de, sen de reklamların tahribatından son derece rahatsızız. Biz reklamlarla ilgili bir yazı yazsak, eleştirsek bu büyük medyada yer bulması mümkün mü? Bir TV kanalı zahmet edip benimle reklamlar üzerine bir söyleşi yapalibir mi? Öyle bir şeyi aklından geçirebilir mi? Dolayısıyla, verili medya dışındaki alanlar bize kalıyor şimdi. Bu nedenle önemli tabii.

Cumhuriyet kavramı ve söylemi, “Rejimin gerçek niteliğini gizleyen, üstünü örten bir örtüydü.” diye geçiyor kitabınızda. Buradan hareketle, bu örtüyü başta sol çevreler olmak üzere aralayan var mı?

Bu güzel bir soru. Solun bir zaafına gönderme yapıyor. Şöyle ki; sen siyaset arenasına çıkıyorsan, siyasette bir iddian varsa, bi kere tarihini bileceksin. Hem de iyi bileceksin. Nereden geldiğini bileceksin , bulunduğun yeri, konumunu tesbit edeceksin. Biz de hatırı sayalır bir sol gelenek yok maalesef. Başka ülkelerdeki gibi 1800’lerin ortalarından beri oluşmuş bir gelenek yok. Zaten 1960’lara kadar da, sol yasak biliyorsun. İşte bir Komünist partisi var ki; zaten Sovyetler birliğinin diplomatik bir aracı; işte törenlerde bir pankart taşıyarak geçecek, Kemalist rejimin her yaptığını destekleyen, onun yedeği, ideolojik meşrulaştırıcısı bir sol! Buna rağmen bile cezalandırılıyorlar tabii. Türkiye’de sol hareket 1960’larda bir kitle hareketine dönüştüğü zaman, ben de içindeydim. Mesela ilk işçi partisi kurulduğunda, gidip hemen üye oldum. Doktora yapmak için yurtdışına gittiğim zamana kadar, mülkiyede öğrenciyken piyasada Sosyalizm adına satılan tek bir kitap yoktu desem yalan olmaz. Hatta bir gün inadına aradım, bir küçük broşür buldum, böyle ince bir şey. Onu da yazan İngiliz İşçi Partisi’nden bir dönek... Aksi halde yayınlanır mıydı? Karşı propogandanın aracı... Öyle ki, biz kendi aramızda sabahlara kadar tartışırdık, yazılı bir şey bulmak mümkün değildi. Konuşup soracağımız biri de yoktu. Ya da belki vardı da, bir “eski tüfek” ama biz bilmiyorduk. Sol 60’ların ortasından sonra kitle hareketine dönüştüğü zaman, ideolojik bir geri plana dayanmaktan çok mücadelelerin coşkusuyla hareket ediyordu, bir çeşit refleks. Dünyanın güzel bir dönemi tabii o zaman. Vietnam savaşı sürüyor, Küba’da devrim olmuş, bağımsızlık savaşları hala devam ediyor, Che Guevera Güney Amerika dağlarında...

İnsanlar ne kendi tarihi hakkında, ne sosyalizmin tarihi hakkında, ne de Sovyetlerin niteliği hakkında bilgi sahibi değil. Kendi tarihi zaten resmi tarihle beslenmiş. Türkiye’nin bir antiemeperyalist bir savaş verdiğini, bu işi Mustafa Kemal’in yaptığını, Mustafa Kemal’in bir devrimci olduğunu düşünüyor. Ordu gençlik elele gibi sloganlar. Tabi bunun dışında da, çok hârika insanlar yok değildi. Mesela M. Ali Aybar Sovyetlerin Çekoslovakya’ yı işgalinde şiddetle karşı çıktığı için, Stalinist sol tarafından lanetlendi biliyorsun. O çevreler lanetledi onu da zeten. O zamanki sol kalkınmacı bir sol. Kalkınmacı olunca tabii, böyle şeyleri sorun etmiyor. Asıl tartışılması gerekeni tartışmaya cüret etmiyor. Ne kendi tarihini ne Sovyetlerin niteliğini sorun etmiyor.

O zaman iki şey olsaydı. Birincisi, Sovyet deneyimi hakkında nitelikli bir tartışma yürütülseydi, sovyetlere laf edenle, yumruk yumruğa kavga ediyorduk. Çünkü kafamızdaki orda bir cennet olduğuydu. Türkiye’nin tarihi hakkında, burda yapılan Kemalist İnkılaplar hakkında, kendi sınıfsal konumu gereği bir yaklaşımı, bir perspektifi olsaydı, şimdiki solun biraz faklı bir yerde olacağını çok net söyleyebiliriz. Çünkü kendi ayaklarının üstünde duracaktı mesela. Devletin niteliği hakkında bilgisi olsaydı mesela, sağ-sol provakasyonlarını sezebilirdi. Çok önemli, çünkü bu bilgilere sahip olmadığı için, rejimin elinin daha güçlenmesi mümkün oldu. Yalnız şunu söylemekte de yarar var. Solun kendisi de yabancılaşmıştı zaten. Oysa, Marksizm demek eleştiri demektir! Soldan eleştiri yoksa o sol artık ölüdür. Zira ona can/kan/ hayat veren eleştiridir... Üstelik Marks’da kalmayacaksın, ondan hareket edeceksin. Bunların hiçbiri yapılmadı. Ama tam tersi yapıldı. Marks’ın öğretisini dondurdular, ondan bir resmi ideoloji ürettiler. İşçi partilerinin, Komünist partilerinin, kendisine Komünist ya da Sosyalist diyen devletlerin, otokratik rejimlerin meşrulaştırıcı ideolojisine dönüştürüldü. Mesela kitapta da yazdım, bir çok yerde de söyledim: Sovyetler Birliğinin çökmesinin tartışılmaması müthiş bir olaydır. Koskoca bir sistem çökmüş, sen hiçbir şey olmamış gibi yapıyorsun. Teorik eleştiri yeteneğini tamamen kaybettiği için işte sol paradigmanın da yenilenmesi gerekiyor. Aksi halde o malzemeyle, o donanımla yürütülebilecek bir şey değil. Bir sürü sapmayı, bir sürü yanlışı içeriyor neticede.

Cumhuriyeti Türkler ve Kürtler ortak kurdular ama sonra Kürtler denklem dışına itildiler söylemindense, halkların Cumhuriyetle temasının jandarma ve vergi memurları vasıtası ile olduğu kadardır tesbitinizi güncel Kürt siyaseti ile de bağ kurarak biraz açabilir misiniz?

Resmi tarih şöyle bir klişe dayatmış. Okullarda, üniversitelerde, ders kitaplarında, siyasetçilerin ağzında olan; yeni bir devlet kuruldu ve bunu da M. Kemal yaptı diye. Bir, burda tarihi bir hata, yalan var. Bir de ondan sonra yapılan inkılapların niteliğine dair de bir yanlış anlama var. Bana bir tane inkılap söyleyin ki, filan yerde yaşayan adamın yaşamıyla ilişkisi olsun. Bu inkılapları rejimin halk üzerindeki kavrayıcılığını, baskıcılığını, denetleme gücünü takviye etmek amacıyla yaptılar. Başka türlü yapabilirler miydi? Yapamazlardı. Niçin? Sınıfsal niteliğine bakın. Kim ki bunlar ve neyi temsil ediyorlar? İnsan merak etmez mi? Yoktan var edilmiş bir Cumhuriyet, yüzyılda bir çıkan bir dahi lider, yoktan bir vatan yaratıyor ve halka hediye ediyor ise; Mondros Mütarekesini kim imzaladı? Ankara antlaşmasını? Londra antlaşmasını? Lozan’ı kim imzaladı? Orada devlet duruyor yani. Kürt siyasetçileri son on yılda resmi idieoloji ve resmi tarih eleştirisini pek sorun etmiyorlar. Bu durum, yaptıkları, yapmak istedikleri siyaset için önemli bir handikap oluşturacak mahiyette. Gerçi devlet kurulmadı, zaten vardı ama rejimin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesinde bırakın Kürtleri, Türklerin de bir dahli olmuş değil... Söylediğim gibi orada söz konusu olan bir darbedir. Daha fazlası değil... Zaten darbenin hakikisi 1908 de yapılmıştı. Ben esaslı bir kırılma noktası görmüyorum ama illa da bir kırılma noktası söylenecekse 1908’den bahsedilebilir. Niçin? Padişahın yetkilerini sınırlamışlar, Anayasal Monarşi getirmişler. Monarşi süratle diktatörlüğe dönüşmüş o ayrı . M. Kemal işte o monarşiyi de yok ediyor. Dikta rejimi kuruyor. Tabii bunu da tek başına yapmıyor. Fakat o tarihlerde resmi tarih tarafından uydurulmuş, bir tür asr-ı saadet çağı safsatası söz konusu ki, [aydın denilen] diplomalı taife öyle bir dönemin yaşandığına inanıyor... Yani onların Atatürk sevgisini anlıyorum, samimiler ama biz işe öyle bakamayız. Geniş halk kitleleri tarafından bakacaksın, sınıfsal perspektiften bakacaksın, bir ütopyaya yönelik bakacaksın. Olumsuzlama / olumlama diyalektiğidir bu. Hayal etmekle düşünme arasında Çin duvarı mı var? Kaldı ki, eskiden hayal bile edilemeyen bir sürü şeyin ne kadarı gerçekleşiyor baktığımızda. İşte bütün bu tip şeyler resmi ideolojiden kaynaklanıyor. Peki bunlar nasıl bu kadar rahat olabiliyor? Bu durum Türkiye’nin entelektüel azgelişmişliğiyle, sınıf mücadelesinin zayıflığıyla, emekçi kitlelerin örgütsüzlüğü ile doğrudan ilgili. Nitekim biz Özgür Üniversite olarak resmi tarih ve resmi ideoloji eleştirisine çok büyük önem verdik, çok sayıda yayın da yaptık zaten. Ben de zaten son 20 yılda üniversiteden ayrı olarak da özel çaba gösteriyorum, çünkü önümüzü görebilmemiz, yolumuzu bulabilmemiz için tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Boşuna “anlamak aşmaktır” denmemiştir. Tabii burda irade de son derece önemli. Düşünmek lazım tabii... Söz konusu sorun nasıl ortaya çıkmış? Yüce tanrının bir müdahalesi ile mi olmuş, yoksa bir takım insanların, bir takım çıkarların, onların sözcülerinin, siyasetçilerinin verdiği kararlar, uyguladığı politikalarla mı ortaya çıkmışır? Eğer öyleyse; biz de diyebiliriz ki, o zaman eğer bunlar iradi olarak böyleyse -ki böyle o halde başka insanlarda biz de başka şeyler yapmaya potansiyel olarak hazırız demektir. Bizim elimizin de armut toplamadığını, toplamaması gerektiğini de hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.

Günümüzde her şeyde olduğu gibi, düşünsel üretiminde metalaşmasında egemenlerin dayattığı ‘’rekabet’’ sizin sözünüzle, suni ‘ doğal seleksiyon’ memleketteki düşünsel fakirliği açıklayabilir mi?

Felsefenin Sefaletinde Marks: “ En sonunda insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış - veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” diyordu. Aradan geçen zamanda durumun nasıl vahim bir aldığını, nerelere geldiğini söylemeye gerek var mı? Kapitalizm bir meta uygarlığı, sermaye uygarlığı, yani canlı olan her şeyi ölü metalara dönüştüren bir uygarlık. Canlıyı sevmiyor. Marmara denizine bak anlarsın. Bundan 70 yıl evvelki canlı kompozisyonunu bir düşün, balıkları. Şimdiyse balık bile yok, olanlar da zehirli. Nefes aldığın havaya bak, sokaklara bak, sokak diye bir şey kalmamış. Sokak diye bir şey kalmazsa çocuklar oynayamaz. O çocukların sağlıklı insanlar olarak büyümesine imkan yok. Bırak oynamayı, yürümek bile problem. Çünkü kaldırımlar, sokaklar araba dolu. Biz ne yapacağız, uçacak mıyız yani? Her şeyi hızla metalaştıran, her şeye hızla nüfuz eden, her şeyi dejenere eden, onu tersine dönüştüren akıl almaz bir süreç bu. Bu süreç, bütün alanlarda etkiliyse, entelektüel alanı da, estetik üretimi de, herşeyi de etkiliyor. Bazen ürperdiğim oluyor mesela, bakıyorum anlı şanlı bir tiyatro sanatçısı, hiç gereği yokken bir reklama çıkmış, kendini maskara ediyor. Ya da durumun ne kadar vahim olduğunu bilmiyor. Bir sanatçı açlıktan ölse bile bunu yapmaz! Ki bunlar bir fazla eşya daha edinmik için bunu yapıyorlar. İşte bütün alanları, her şeyi, işte üniversiteyi de dejenere ediyor. Üniversite budur bak ; bu rejimin ideolojisinin üretildiği, bu rejimin çarklarını çevirecek kişilerin üretildiği, sermayenin ihtiyacı olan işgücünün üretildiği bir kurumdur. Asla bilim filan üretilen bir kurum değildir. Misyonu belli, varlık nedeni bu. Şimdi bir adım daha ötesi; artık üniversite denilen kurumlar tam birer ticarethaneye dönüşüyorlar. Kapitalist bir işletmeye dönüşüyorlar. Şimdi sen kapitalist bir işletmeden ne beklersin? Eskiden hiç değilse aradan çıkan bir iki istisna olurdu, şimdi o kadarı da yok. Düşün ki, bir adamla tanıştım, iş adamı, bir sürü şirketi var, hocam bir de üniversite kuracağım deyince; artık bundan sonrasını konuşmayayım, dedim... Bir de şu da var ki, kapitalizm insanları sürekli koşmaya mecbur ediyor. Hep bir yere yetişecek, oraya gidecek, buraya yetişecek. Ne yapacak yetişip de Allah aşkına? Yani bir yandan hayatını kazanırken, diğer yandan kendi hayatından feragat ediyor. Tuhaf bir kör gidiş işte... Tabii entelektüel alanda da durum aynı ölçüde vahim...

Mülkiyet hırsızlık mı özgürlük mü? Başımızı sokacak bir ev, mütevazı bir araç da bu sınırlara dahil mi?

Oradaki sınır şu; bir başkasının emeğini sömürmeye imkan veren araçlara sahipsen, onun ürettiği değere, zenginliğe el koyabiliyorsan ondan sonrası mülkiyet işte. Fakat orada kafa karıştıran sorunu şöyle konuşabiliriz. Mesela bir türkücü medeni bir toplumda türkü söyleyerek para kazanamaz, türküden geçimini sağlayamaz. Çünkü öylesi bir toplumda insanların şarkı söylemesi, alışveriş konusu yapılamaz. Fakat bakıyorsun ki, günümüzde adam milyarların sahibi. Nasıl oluyor? Oligarşinin el koyduğu zenginlik, oligarşinin üyeleri tarafından paylaşılıyor. Bakıyorsun adamın harcadığı emekle kabili mukayese olmayan müthiş bir serveti var. Mesela bunun kötü bir örneği bir büyük hırsız, yani kapitalist metresine lüks ev, lüks arabalar, pahalı giyecekler, mücevherler filan alıyor. O zaten çalınmış olandan pay alıyor demektkir. Harcanan emekle, emeğin karşılığı ile hiçbir ilişkisi yok. Fakat mülkiyete dair bir yanlış anlama var toplumda. Kaleme sahip olmakla, kalemi üreten fabrikaya sahip olmayı aynı kategoride görüyor. Benim kitapta vurgulamak istediğim oydu. Ancak şu da var ki, mülkiyet hırsızlıktır. Bana göreyse gasptır. Zor ve hileyle ele geçirilendir. Bir insan ne kadar yetenekli, ne kadar çalışkan olsa da üretebileceği şeyin sınırı, dolayısıyla sahip olabileceği şeylerin sınırı bellidir. Kavramlar üzerinde özellikle sol muhalefetin titizlikle durması lazım. Global olarak düşündüğün zaman; bir oligarşi var, bunların akıl almaz bir tüketimleri var. Bu kitleyi dünyanın nüfusuna oranlarsan çok sayıda değil, geniş değil. Fakat onu taklit eden bir orta sınıf var ki, oldukça geniş. Asıl orası tehlikeli işte; tüketim, doğanın tahribatı, bütün bu kötülükler orada meydana geliyor. Doğanın, denizlerin kirlenmesi, canlı türlerinin yok olması, insânî yabancılaşma vs. Alternatif bir toplum projen olduğu zaman, bu tip şeyler de yerli yerine oturur zaten. Üretimi - tüketimi bulunması gereken zemine çekmek lazım. Bir tarafta insan mantığını zorlayan bir tüketim çılgınlığı var, israf ve yok etme var, öte tarafta da milyonlarca aç, içme suyuna, temiz havaya erişemeyen, geleceğe dair güveni olmayan, devasa bir kitle de var. Sendikalar var Türkiye’de ama anayasa taslağını TÜSİAD hazırlıyor. TÜSİAD kaç kişi? Onların anayasası kaç kişiyi ilgilendirebilir? Neyin hizmetinde olabilir? Sendika sendika olmadığı için bu tarafta bir çalışma yok yani. Tamamiyle dejenere olmuş, sermayenin, devletin bir aracı haline gelmiş, oligarşinin parçası olan bürokrasiler bunlar. Aralarında iyi, birkaç namuslu insan olması bizim tahlilimiz etkisizleştirmez tabii. Sendika ne yapacak? Gelin bu zenginliği tartışalım diyecek. Yoksulluğu tartışırsan 1-0 mağlup başlarsın çünkü. Zenginlik olması için yoksulluk şart da ondan. Kapitalizmde başka türlü olmaz da ondan.. Bu kutuplaşma yaratan bir sistemdir. Birinin kalkınması, diğerinin az gelişmişliği ile mümkün yani.

Kapitalizmden çıkmak üzerine yaptığınız önerileri kimler (devletler, medya- alt sınıflar, silahlı silahsız örgütler, entelektueller vs.) üstüne almalı sizce?

Sadece insanlara neler yapılabilirliğine dair refleksiyon imkanı veren öneriler bunlar. Böyle şeylerin mümkün ve gerekli olduğu bilincini güçlendirmek, yaygınlaştırmak gerekiyor. Bir kere, bu dünyayı değiştirmek gibi samimi düşüncesi olanlar üstüne almalı. Bu düzenden şikayet edenler bunu üstüne almalı. Kapitalizmin ortaya çıkardığı sonuçlardan muzdarip olan herkes üstüne almalı. Hepsinden önce de; komünist bir toplum perspektifi olanların bu ve benzeri önerileri tartışabilmeleri gerekiyor. Global olarak oligarşiyi, azınlığı çıkarırsak, dünyanın ya da ülkelerin zenginliğine el koyan dar bir çevreyi çıkarırsak, geniş kitleleri ilgilendiren öneriler bunlar. Kitapta da yazdım, dikkatini çekmiştir. Burada ütopya konusunda da bir yanlış anlama var. Mesela, adam eleştiriyor ama orada kalıyor. Oysa eleştiri amaç değil ki, yeni bir şey yapmanın bir adım öncesi. Yani insanlar gittikçe bir sayın seyirci haline geliyor. Bu lanet olası sayın seyirci halinden kurtulmak gerekli. Sayın seyirci ve akıllı tüketici hallerinden insanların bir an önce kurtulması lazım. Bu iki tip tam da düzenin üretmek istediği ve maalesef başardığı tipler. Bu yüzyıl, insanların soru sorduğu, sorularına cevap aradığı bir yüzyıl olacak. Bütün göstergeler, benim tarihe ait bildiklerim, saldırı karşı - saldırı diyalektiğine ait bildiklerim, bana insanların artık bu kepazeliğe dur diyeceği bir yere doğru gittiğimizi düşündürüyor. Nitekim Tahrir Meydanı, Mısır benim için bir moral unsuru. Her ne kadar bazıları küçümsemek gibi saçma bir eğilime sahip olsalar da, oryantalist Avrupa merkezli bir yaklaşım burada çok içselleşmiş. Bir çok yerde gelen sorulardan bunu anıyorum ve şöyle bir yaklaşım var; üzücü bir şey, tam da Avrupa merkezli retoriğin içselleştiği bir şey ki Araplardan adam olmaz, kendi başlarına bire şey yapamazlar, bunun arkasında başkaları var yaklaşımını sola az-çok sirayet etmiş gibi sanki...

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı