Al Hambra, Ispanya |
Dünyayı gezmek, az ya da çok herkesin küçük, uçuk bir hayalidir. Çantamızı alıp, uzak diyarlara gitme, yeni yerler görme fikri heyecan vericidir. Eyfel Kulesi’ni arkamıza alarak fotoğraf çektirmek, Çin Seddi’ni görmek belki de listemize alabileceğimiz yerler arasındadır. Fakat gezerken göreceğimiz her yapı, resim, şehir yerleşim planı bir düşünceyi, zevki ve de yönetim tarzını yansıtan sanatsal bir akımın ürünüdür. Kiminin üzerinde Endüstri Devrimi’nin mühendislik aklını, kiminde ise bu akıma inat süslemeler ve doğa motifleriyle karşılaşırsınız. Eğer bu eserleri okuyabilirsek, bu yapılar, tablolar bizlere inşa edildiği, ya da çizildiği dönemi kendi ağzıyla anlatmaya başlayacaktır. Bir eserde ortaçağda diğerinde Eski Yunan sokaklarında Aristo’dan öğütler dinliyor olabiliriz. Tüm Sanat Tarihi’ni ne yazık ki burada ele almak mümkün değil. Zira insan, hem kullanım amacına hem de ruhi, fikri deveranlarına paralel olarak yeni yeni pek çok akımın öncüsü ve izleyicisi olmuştur.
Kullanım amacına göre yapılmış iyi örneklerden biri, İtalya’da bulunan geleneksel Turollo Evleri’dir. Bunlar, harçsız koni evlerdir. Vergi zamanlarında, vergilerin çok ağır olması nedeniyle, vergi memurları şehre yaklaşırken köylüler tarafından yıkılır, memurlar gittikten sonra ise kolayca inşa edilirlerdi. Yapılan ilk mimari eserler de genelde yapımı daha basit bir teknik gerektirdiği, sıcak ve soğuğa karşı koruyucu olduğu için koni yapılardır. Urfa’daki harçsız koni evleri buna örnek gösterebiliriz.
Klasik dönem, Yunan ve Roma dönemi mimari yapılarını içermektedir. Yunan felsefesi hakim olarak yapılan yapılar, insanı ezici devasallık ve abartılı motiflerden ziyade Aristo’nun “altın oran”ın hakim olduğu hümanistik yapılardır. Bunlar da sırf dekor için yapılmış öğelere rastlamazsınız. Her bir parça binayı ayakta tutmak için vardır ve sadedir. Günümüzde yapılan eklektik binalarda gördüğümüz dekoratif sütunlar Eski Yunan’dan esinlenilerek ve o zamanki yapıların tapınak heybetini günümüz yapılarında göstermek için yapılmaktadır. Bu sütunlar, Eski Yunan’da kronolojik sıralamaya göre dor, iyon ve korint nizamıdır. Dor sütundan Korint’e gelindikçe süslemeler ve zerafet artar. Büyük İskender’in fetihleriyle Yunan anlayışı ve üslubu küçük şehirlerin ilgi odağından çıkarak, Helenistik dönemle beraber dünyaya yayılır. Helen Hükümdarlığı’nın üzerine kurulan Roma’da ise çalışan pek çok sanatçı Yunanlı idi. Bu nedenle yapılarında Yunan’a ait bir üslup görülebilir. Ancak Romalılar, Klasik Dönemden sonra 300 yılında Hıristiyanlığı kabul ederler ve Sasaniler’in bulmuş olduğu “kubbeyi” yapılarında çok sık kullanırlar. Diyebiliriz ki, Yunan mimarisinde sütunlar, Roma mimarisinde kubbeler hakimdir. Mimar Sinan Sasaniler’in bulduğu, Romalıların da kullandığı kubbeyi geliştirerek Anadolu’ya getirmiştir.
700’lerde Hıristiyanlık Dünyası, Ortodoks ve Katolik olarak ayrıldıktan sonra Ortodokslar kubbeli yapıları benimserlerken, Katolikler ise “romanesk” denilen haçlı yapıları benimsemişlerdir. Bu tarz, zamanla gotik tarza evrilmiştir. Bu yapılarda uzun koridorlar, uçan payandalar, sivri uçlu çatılar ve büyük geniş pencereler kullanılır. Gotik tarzın amacı, cennetvari ve etkileyici bir ortam oluşturmaktır. Kiliselere hakim olan bu tarz, dinin ne kadar baskın olduğunu ve değer sıralamasında insandan önce geldiğini göstermektedir.
İstanbul’un fethi ile beraber İtalya’ya kaçan pek çok Romalı ve Yunanlı aydın Avrupa’nın gotik zevkini ve anlayışını değiştirirler. Tekrar “Altın Oran” ve hümanistik, akılcı yapılara dönüş başlar. Bu dönemi en iyi resmeden yapı Florensa Katedrali’dir. Katedral Gotik tarzda inşa edilmeye başlanır ancak Rönesans’ın etkisiyle tepesine birer kubbe konularak bitirilir. Bu yeni görüşte, dogmalardan ziyade bireylerin kendi düşünceleri daha fazla önem kazanmıştır.
Rönesans’tan sonra Kilise, tekrar güç kazanır ve mimaride “Barok” üslubu ortaya çıkar. Bu tarz eserlerde hem mimari hem resim hem de heykeller bir aradadır. Gösteriş, karmaşa ve abartı hakimdir yapılarda. Hemen ardından onu “Rokoko” üslubu takip eder. Bu üslupta bezemeler, süslemeler, her boşluğa kondurulan heykeller ve yaprak motifleri görülür. Rokoko’da o kadar süsleme vardır ki tavan ile duvarın ayrımı görülemez, bir gibidirler. Altın varaklar çok fazla görülür. Dolmabahçe Sarayı’nın giriş kapısı Rokoko tarza iyi bir örnektir.
Mimari yapıları teknik olarak Endüstri Devrimi öncesi ve sonrası olarak ele alabiliriz. Endüstri devrimi ile mühendis mantığı zirveye ulaşır. Yapılan yapılardaki öğeler tamamen yapıyı ayakta tutmak için vardır. Hiçbir süsleme, estetik kaygı yoktur. Bugün Paris’in sembolü olan Eyfel Kulesi Endüstri Devrimi’nin bir ürünüdür. Çelik konstrüktür dışarıda bırakılarak yapılmıştır. Devrim sonrası yapılan prefabrik yapılardandır. Eiffel Kulesi bir fuar için inşa edilmiş daha sonra radyo vericilerinin de eklenmesi ile bu hale gelmiştir. Fransız halkı, şehirlerinin ortasına dikilen bu yapıyı bir metal yığını olarak görür ve Eyfel Kulesini istemezler. Bugün ise şehrin sembolü haline gelmiştir ve Endüstri devrimi sonrasını çok iyi resmeder.
Yazıma Art-Nouveau, Art Deco, bauhaus, konstrüktüvizm, ekspresynizm, sürrealizm gibi akımlarla devam etmek isterdim. Ancak çoğu birbirine tepki olarak doğan bu akımları bir yazıda anlatmak mümkün değil. Bilmemiz gereken ise çevremizde gördüğümüz her bir yapı ve eser bir düşüncenin, tarihi bir olayın etkisi altında yapıldığıdır. Bunlara bilinçli bir gözle bakmak, bu eserleri okumak aslında hangi ortamda ne içinde yaşadığımızın resmini verir bizlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder