Handan Güler | |
02.02.2010 | |
Aşk acıların en acıtanı, duyguların en yalnızı… Mor, acının, hüznün, neşenin yani aşkın rengi. Aşkın yakıcılığını çoğumuz biliriz. Tam olarak içine düşmesek de yanından yöresinden geçmiştir hepimizin yolu. Aşkın yaşatan yanının, vermesi gereken sınavlardan geçtikçe törpülenmesiyle çıkar acıtan yanı. İşte o virajda bir bakış yıkar bazen insanı, bir terk ediş dağıtır içinin saraylarını. Küçük hatalar büyür bazen, maksadını aşan yollara sürükler yalnızlığı tadanı. İşte öyle bir kitabı aralamıştım ki, bu sefer, aşkın yakıcılığının kelimelerin içine gizlenmiş ateş toplarıyla içime düştüğü satırlar sığdırılmıştı mor bir çerçeveye. Her satırda özlem, her satırda sitem hissediliyordu sevgiliye, terk edilene, terk edene, terkedişe. |
Okudukça düşüyordum şiirin içine,
“ Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla
Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla
Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla
Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla...
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.
…
Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle…
Ama her defasında geri döndüm SENİNLE…
Hangi düğüm çözülür… Nazla… Sitemle… Kinle...” dedikçe şair büzülüyor yüreğim benim de, romanın kahramanına eşlik edercesine.
Gözüm, gönlüm deriz ya hani sevdiğimize. Nasıl göz kaldıramaz en ince bir kıymığı, gönül dahi kaldıramaz sevdiğinden gelen acıyı. İncecik kılcallardan başlatır kanamayı, zehirler yavaş yavaş uğradığı her durağı. Önce derin bir uçuruma getirir insanı bu acı, birden rüyadan uyandırır aşkın şamarı.
Aşktan önce ve aşktan sonra diye ayırır kişisel tarihimizi bu acı. Ne yapsa dönemez insan aşktan önceki kendine. Hep daha eksiktir bir yanıyla. Hem de artmıştır bir bakıma, onulmaz yaraların olduruculuğuyla.
Cam Ve Elmas’ı bu duygularla okudum. Her satırından akan aşkın gözyaşları, aşkınlaşma, başkalaşma duası içimi delip geçti. Camdan bir kalbin can kırıklarından sıyrılıp elmasa dönüşme arzusunun sesiz çığlıklarını duymak, sarstı beni. İnsanın var olduğu günden beri çözemediği bu bilmecenin cevabını arama ruh haletinin peşinde kaleme alınmış kitabın içinde kahramanla beraber kah huzura erdim kah iki büklüm oldum.
“Harakanlı bilge Ebu’l Hasan’ın yaşamına ilişkin çarpıcı bir anlatı Cam Ve Elmas. Kars’taki Harakani dergahında geçen olaylar, kente bir belgesel filmin çekimleri için giden ekipteki kameramanın “objektif”inden anlatılıyor. Çekeceği belgesel için açılar belirleyen, kareler seçen kameramanın “ Ben bunları anlayamıyorum. Bana düş gibi geliyor. Dayanamıyorum” sözlerinin ardına gizlenmiş acıları, anıları, ve sarsıcı keşifleri.” şeklinde tanımlanıyor kitap, arka kapak yazısında.
Bu harabe kente gelirken “Ne kendime bir yer, ne kendimi bir yer edinebiliyorum” diyen romanın kahramanı şehri gezdikçe içinin harabelerinde dolaşıyor adeta. Roman iç içe bir akışı sunuyor okuyucuya. Çektiği görüntüler üzerinden farklı bir açıyla bakıyor kahraman kendi hayatına.
Gelgitler içinde gezinirken yaşam içinde var olma zorunlulukları gereği gündüzleri kendisi olamadığını, başkasını oynadığını fark ediyor, geceleri niçin daha çok sevdiğini bulunca. Yaşıyor, biliyor, seviyor, anlıyor gibi yapmak yoruyor insanı zaman sona doğru aktıkça.
İnsan bir gün aşkın tokadıyla uyanınca, niye cam parçalarının peşinde bir ömür harcadığını sorgulamaya başlıyor ya işte bu kitapta “Leyladan Mevla’ya geçme faslı’ndaki zorluk resmediliyor, samimi kelimelerin renk tonlarıyla, himmet diliyor kahraman bilgenin kapısında.
Şehir halkından biriyle çay içip sohbet eden kameraman “Veted” diye bir kavramla karşılaşıyor. Veted, sütun demektir. Dünya onlara emanet edilmiştir, onlar mahlukatı korurlar. Bu iklimi de koruyan Harakani’dir, diyor yaşlı adam. Böylece yavaş yavaş Harakani’nin hikayesi içine düşüyor kahraman.
Günün karmaşasından kurtulup kendisiyle baş başa kaldığı köhne otel odasında “ıssız”lığı yaşıyor zihnindeki kalabalığa rağmen. “İçimdeki boşluk mu, içine düştüğüm tenhalık mı, anlayamadığım o iğrenç melankoli mi canımı fena halde yakan o sarmal yutmaya başlıyor yine…” diye döküyor halini kelimelere. Izdırap içinde kıvranırken yeniliyor gözbebekleri uykunun çekiciliğine. O gece rüyasında “Kulluğu sürdür ki, içtenlik belirsin, samimi olmaya devam et ki, nur ortaya çıksın. Nur doğduğu zaman, O’ nu görüyor gibi ibadet et. Bu sözün sırrı sana verildi. Ona tutun, sahiplen, bırakma. Gece olup insanlar uykuya dalınca, sen bu acılarla dağlanmış bedeni pranga, inciten kaba yünden giysi ve deri kamçının kıskacına al ki, sahibi acıyarak şöyle desin: “Ey kulum, bu bedenden ne istiyorsun?” Şöyle cevap ver: “Sen’i istiyorum.” O zaman sana, “Bırak bu çaresizi” diyecek.” Ben seninim. Bir gün acıların dinecek, acıdan tatlıdan uzaklaşacaksın, seni boğan her şeyden kurtulacaksın.” diyen bir sesle irkiliyor, korkuyla uyanıyor kameraman. Düşündükçe gözlerindeki perdeleri fark ediyor. Tekrar uykuya dalıyor ve şeyh beliriyor önünde: “Bir gün önce zuhur edip geleceğini bana söylemişti.” diyor ve gözden yitiyor. Bu sefer Harakani Hazretleri beliriyor; “ Korkma” diyor, “Sen garipsin, gurbetin ne olduğunu bilirsin. Bedeni dünyada olan kimseye garip denmez. Aksine kalbi teninde, sırrı gönlünde garip olana denir… Bunun belirtisini merak ediyorsan “Gönlünde dünya sevgisi taşımamaktır.” Bu ilginç rüyalarla bezenen gecede “Yardım et” diyor roman kahramanı, “Bana yol göster, ben hiçbir şeyi anlamıyorum. İşittikçe kulaklarım kapanıyor. Yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok. Kendimi aldattığımı hissediyorum, biran olsun durup bakmıyorum, içine kaydığım boşluk büyüyor, içimdeki ıssızlık, boşluğu yutacak kadar büyüyor, bana himmet et.”
Yolun başı gönülden istemek olunca ve onu aşkla talep edince, iç yolculuğu daha da derinleşiyor kahramanın. Tabi zor bir yolculuk bu, kendinden sıyrılmalı insan önce, talep ettiklerinden. Ama kolay değil, aşkın dağladığı bir yüreğin küllerinden yeniden doğması. Hele de romanın kahramanı kadar severken, özlerken, ayrılmışken.
Aşk tek kişiliktir ya, aşık da bir başına acılarla; yazar nasıl da güzel anlatmış bunu satırlarında:
“Senin tutsağınım biliyorsun. Seni düşünmeyince içim kalmıyor. İçsiz, kabuk gibi bir şey oluyorum. Seni unutunca olmuyor, hatırlayınca kalmıyor. Alnımdan bir dağ fırlıyor, bir asfalt yarılıyor, kemiklerim eriyor, seni senden alamadım. Bana demiştin, boş duran nefis insanı helak eder, ne ilmim, ne hırkam ne kürek ve bileğim var. Bu ilmin dışı var, dışın dışı var. Bir de içi var. Dışı ve dışının dışı senin benim sözlerimizdir. İçi, yiğitlerin kelimeleridir. İçin içi ise, O’nunla ilgili sırlardır. Benim için oraya yol yok biliyorum.”
Bu satırları okurken yine şair (Yavuz Bülent Bakiler) yükseltiyor sesini içimden:
“ Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin
Eksilmeyen çilemsin
Orada ufuk çizgim, burada yanım yöremsin
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin
Çâresizim… Çâremsin...
Şaşırdım kaldım işte bilmem ki neyimsin...”
“Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir, demiştin hatırlıyor musun? Yaşamım kapıyı dışarı itmekle geçmiş. Bir an için durup kapının açılma yönünü düşünmemişim. Bunu boşandığımız gün, duruşma çıkışı, bir veda selamı vermeden koridorda gözden kayboluşunu izlediğimde fark etmiştim. Şiddetli geçimsizlik… Ne yargıç inanıyor buna; ne sen anlıyorsun ne ben. Aklımızın tıkandığı bir yerdeydik… İkimizden daha güzel bir cehennem mi var demiştin. Oysa cennetim olman için istemiştim seni. Yoldaşın olmak için.” diye konuşuyor kahraman içinin derin sularında gezinip anılara daldıkça. Hep acı, hep hüzün, hep aşk çıkıyor kalbinin kıvrımlarında dolaştıkça. Ludwig Wittgenstein’ in o sözü yerini buluyor burada: “Yüreğimin büklümleri hep birbirine yapışmaya çalışır, ben de yüreğimi açmak için büklümleri hep yeniden çekip kopartmak zorunda kalırım.”
Kitapta ilerledikçe birçok farklı boyut ve hikaye de önümüzü kesmekte.
Mesela büyük bilgin İbn-i Sina’nın Harakani’nin feyzinden istifade için bilgeye gelişini de anlatır yazar iç içe geçmiş öykülerde.
“Bu yolun yolcularının çabası kırk yıldır derler. Dilin düzelmesi için on yıl, çile çekmek gerekir. İkinci on yılda ancak el düzelir. Üçüncü on yılda göz, son on yılda kalp temizlenir. Kim kırk yıl böyle yol alır ve davasına sadık kalırsa onun dilinden, içinde benliğin olmadığı bir sesin çıkması umulabilir” öğretisiyle yola çıkan İbn-i Sina, Ebu’l Hasan’ın yaşadığı köye varıp onu sorunca “Boşuna yorulmuşsun” derler, geri dön, o sır sahibi olduğunu söyler ama işinin temeli yoktur.” diye ilave ederler. Ama bilgin vazgeçmez ve dergaha gider, kapıyı çalar, açılan kanadın gerisinden bir kadın, ne yapacaksınız o miskini, burada değil, ormana odun getirmeğe gitti der. “ Sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir, size bir yararı olmaz deyince, İbn-i Sina kadına kim olduğunu sorar ve eşi olduğunu öğrenince şaşırarak ormana doğru yol alır. Az ileride odun yüklenmiş üç aslanla bilgenin geldiğini gören bilgin, yaklaşınca; “ Şeyhim bu ne hal?” diye sorar. Bunun üzerine ”Biz evdeki kurdun, yükünü çekmedikçe, aslanlar da bizim yükümüzü çekmez.” der Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri. Gördükleri karşısında çok etkilenen bilgin, yedi gün dergahta kalır ve şehrine geri döndüğünde başka bir bilgin olan arkadaşına, bizim aklımızla bildiğimiz her şeyi o kalbiyle görebiliyor, der.
Cam bir imgedir, kırılıp giden, kaybolan ama yaralayan dünyanın metaılarına işaret eder.
Elmas ise en değerli mücevheri, kaybolmayacak değerleri, dünyayı kalben terk eden kişinin kalbinin alacağı hali anlatır bize. Bir de elmasın oluşumu için geçen süreyi, zorlu aşamaları hatırlatır bu imge.
Dünyanın geçip giden, yaralayan aşklarından, ötelerde kanatlandıracak sevdalara geçişin zorluğunu, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslını ve bu noktaya önce kalben talep edilerek liyakate binaen gelineceğini anlatır yazar bu romanda.
Aşk tek kişilik bir yolculuksa eğer, yeryüzünde kaldığımız sürece cam parçalarını elmasa tercih ettikçe acı vermeye devam edeceği belli.
Ve eğer, elmas olma kabiliyetinde yaratılmış kalbi sükuna erdirecek tek aşk O ise, ortak etmemeli aşka ötekini, berikini.
Tek kişilik yaşayıp aşkı, helezonik merdivenin önünde bir başına beklemeli.
Yüreğini kavrayacak “O” aşkın, aşığı bir gün en yukarı almasını dilemeli.
Ötekinin acıtıcı aşkı yerine kalbe inşirah verecek esintiler talep edilmeli.
Belki sadakate binaen açılır bir gün kapılar, ümidi kesmemeli.
“Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı; gökte yolculuk yapanın ise kalbi su toplar” diyor Harakani Hazretleri, bilmeli.
Cam parçalarının elmasa tercih edilmediği bir hayat dilenmeli. Cam ve Elmas’ın ışığında yazarın açtığı kapıdan bilgelerin gizemli dünyasına girilmeli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder