20 Ağustos 2009 Perşembe

Osmanlı’da ve Sarayda Ramazanlar

.
Mehtap YILDIRIM

Biz o devirlerde hayatta olmadığımız için, hep içimizde bir özlemdir Osmanlı Medeniyeti… İnsanlığın hâlâ hasretini çektiği, temelinde insan hak ve özgürlüklerine saygı, hoşgörü, adâlet barındıran yüksek erdemlerle dolu bir medeniyettir Osmanlı. Hangimiz hayalî de olsa şair Nedim’in “Bir sefa bahşedelim gel şu dil-i nâşada/ Gidelim serv-i revanım yürü sa’d abad’a/ İşte üç çifte kayık iskele amade/ Gidelim serv-i revanım yürü sa’d abad’a” dizelerinde kendini zamanın işlemeli kıyafetleri içerisinde bir kayıkta bulmadı ki. Osmanlı İmparatorluğu her şeyiyle ayrı bir araştırma konusu, ancak biz sadece Osmanlı’da Ramazan kültürünü araştırıp inceledik ve sizinle paylaşalım istedik. Hep birlikte Osmanlı’daki Ramazanlara bir yolculuk yaparken, kimimiz kendini sarayda incili kaftanlar içerisinde padişahın onur konuğu olarak iftar sofrasındaki yerini almış olarak hayâl edebilir. Kimimizde, kendisini gösterişli kıyafetler içerisinde haremde ud çalarken hayâl edebilir.

Osmanlılar zamanında Ramazan ayının gelmesiyle hânelere ve gönüllere bir şenlik doğardı. Hanımlar bütün hünerlerini ortaya döker, birbirinden leziz ve Ramazana özel lezzetlerle sofraları donatırlardı. Anne ve babalar Ramazanın tatlı telaşı içindeyken, çocuklar da unutulmazdı. Ailenin yaşlı fertleri çocuklara masallar anlatır, bilmeceler sorar, onları hem eğitir, hem de eğlendirirlerdi. Evlenme çağındaki kızlar ise; büyüklere hürmette kusur etmemek, sofra adabı, oturuş ve kalkışlarıyla büyükler tarafından bir değerlendirmeye tâbi tutulurlardı. Ramazan boyunca devletin önde gelenleri ve varlıklı kişilerin konaklarında büyük iftar sofraları kurulurdu. İftarların en görkemlilerinin yaşandığı sarayda sofraya büyük siniler dizilir, saraylılar sofranın çevresine sıralanıp iftar açarlardı. Sofranın muazzam görüntüsü nefis yemek kokularıyla birleşince, insanda bir imrenme duygusu meydana getirirdi. Top atılır atılmaz da duâlar yapılır ve yemeklere hücum edilirdi. İftariyeliklerle başlayan iftar yemeğine hep birlikte kılınan akşam namazıyla ara verilirdi. Namazdan sonra iftar sofralarında değişmez ilk yemek; et veya tavuk suyuyla hazırlanan düğün, mercimek, yoğurt, pirinç çorbalarıydı. Ramazanın vazgeçilmez yemeği pastırmalı yumurta ise sahanlar içinde yanında mutlaka Ramazan pidesiyle sunulurdu. Daha sonraki yemekler etinden sebzesine, pilavından böreğine ev sahibinin gücüne göre yapılan lezzetlerdi. Kuru meyvelerden yapılan hoşaflar, 60-70 kat yufkadan oluşan baklava, kazandibi, kabak tatlısı, keşkül ve Ramazana has bir tatlı olarak bilinen gül kokulu güllaç ise iftar sofralarının vazgeçilmez tatlılarıydı.

Baklava Testi: O dönemlerdeki standartlara göre mükemmel bir baklava en az yüz ince yapraktan olurdu. Mükemmel bir baklavanın test edilme şekli de ilginçti. Şöyle ki; bir İngiliz altını, yarım metre yükseklikten baklavanın üzerine bırakıldığı zaman söz konusu İngiliz altını dibe kadar yani tepsinin tabanına kadar ulaşabiliyorsa, o baklava sınıfı geçti demektir. Böylesi bir baklavayı yapan baklava ustası, bu becerisinden dolayı ödüllendirilirdi. Başarısız baklava da geri mutfağa teslim edilirdi. Bu başarısızlık, baklava ustası veya aşçı için büyük bir utançtı.

Diş Kirası: Eski Ramazanlarda hassasiyetle üzerinde durulan, ancak şimdilerde unutulan geleneklerden biri de ‘Diş Kirası’dır. Osmanlı döneminde zengin köşk ve konaklarda iftar davetleri verilir, fakir halk için de sofralar hazırlanırdı. Çat kapı gelen Allah misafiri içeriye alınırdı. Fakir fukaraya da kadife kese içerisinde gümüş akçe veya altın paralar verilirdi. Bu hediye verme geleneği “Diş Kirası” olarak adlandırılırdı.

Ramazan geceleri ve eğlenceleri: Mahalle kıraathanesine çıkmak ya da komşulara gitmekten öteye geçmeyen gece hayatı, Ramazanda bambaşka bir biçime bürünürdü. Mahyalarla süslenmiş ışıltılı İstanbul’da gezmek ayrı bir keyifti. İftardan sonra erkekler dışarı çıkar, özellikle yaz aylarına rastlayan Ramazanlarda eski İstanbul’da Fatih, Şehzâdebaşı, Lâleli, Beyazıt, Sultanahmet, Ayasofya, Eyüp, Sultanselim Cami meydanlarındaki açık hava kahvelerine gidilir, teravih namazına kadar çubuk, nargile, kahve v.b. içilip sohbet edilirdi.

Namazdan sonra eğlence yerlerine gitmek adettendi. Özellikle Şehzadebaşı’ndaki Direkler Arası en canlı eğlence merkezlerindendi. Tavuk Pazarı’ndaki semai kahveleri, Şehzadebaşı’nda sergilenen kukla, Karagöz, ortaoyunu gösterileri, bazı ünlü meddahların devam ettiği kahveler en çok ilgi gören eğlence mekânlarıydı. Kavuklusuyla, Pişekârıyla, davul ve zurnanın coşkulu sesiyle, lavanta kokularıyla orta oyunu, bir başka âlemdi. Orta oyununda olaydan çok nükteye yer verildiği için, oyuncular aralarında tespit ettikleri konuyu çoğu zaman taklit ve nükte üstüne nükte yaparak hareketlendirir ve renklendirirlerdi. Eğlence; gazeller, semailer, koşmalar, divanlar, manilerle devam ederdi. Kadınlar da evlerde toplanır, çeşitli eğlenceler düzenleyip maniler okuyarak sahur vaktine kadar hem eğlenip, hem de sahur yemeği hazırlarlardı. Sabaha karşı davulcuların okuduğu maniler, sahuru haber verirdi.

Ramazan davulcuları ve Ramazan mânileri: Sahur’un habercisi Ramazan davulcularının nesilden nesile söyleyerek taşıdığı “Ramazan Manileri” eski Ramazanların önemli özelliklerindendi. Konusu çoğunlukla Ramazanla ilgili olan bu deyişler, sahur vaktini haber vermek için söylenirdi. Ramazanın on beşinden sonra maniler için çalgılı kahvelerde yarışmalar da düzenlenirdi. Yarışmaya katılacak olanlar yüksek bir yere oturur ve yarışma başlardı. Manicilerden biri “ayak” atar, yanındaki hemen o ayağa uygun cinaslı bir beyti hemen okumak zorunda kalırdı. Bunu gerçekleştiremediği an saf dışı olurdu.

Ramazan davulcuları ve manilerimizde bugün ayakta kalmaya çalışan kültürel değerlerimiz arasında. Her ne kadar bundan rahatsızlık duyan bir azınlık olsa da, kültürümüzü yaşamalı ve yaşatmalıyız. On bir ay boyunca, İstanbul’un mâlum semtlerinin eğlence mekânlarından yükselen müzik seslerinden bu halk rahatsız olmuyorsa, sadece bir ay boyunca yükselecek davul ve mâni seslerine de kimsenin bir mani olmaması gerekir.

“Ne uyursun, ne uyursun/ Bu uykudan ne bulursun/ Al abdesti, kıl namazı/ Cenneti âlâyı bulursun.”

Ramazan ve kandillerde meyhaneler kapatılırdı: Balat ve Fener gibi çoğunlukla gayrimüslimlerin yaşadıkları semtlerde, çoğunu Rumların işlettikleri meyhaneler kandillerde ve Ramazanlarda kapanır, hatta kepenklerine bunu hatırlatan bir kâğıt da yapıştırılırdı.

Sarayda Ramazanlar: Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın, 1960′ta yayınlanan “Babam Abdülhamit” isimli kitabında şöyle anlatılıyor: “Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik yapılır, kiler-i hümayundan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariyelikler gelirdi. Ramazanın ilk gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, harem ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli müezzin gelirdi. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapılar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları hazırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi… Sarayın harem dairesi, Ramazanda adeta cami haline girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi…”

Büyüklerden hep duyarız. Ramazan ayı geldiğinde, ” Ahh hani eski Ramazanlar” diye iç geçirirler. Ama her sene bu eskiye özlem tekrar edilir. Yani dün dedelerimiz aynı şeyi söylüyorlardı, bugün de babalarımız eski Ramazanları özlüyorlar. Belki yarın bizler de aynı şeyleri tekrar edeceğiz. Her şeye rağmen, her Ramazanın kendine has güzellikleri vardır. Bunları fark edip bu heyecanı canlı tuttuktan sonra, her Ramazan güzeldir. Bu güzelliği veren de, bu ay içindeki rahmet, bereket ve mağfiret gibi Rahmanî hediyelerdir.


Kaynak: Taka

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

The Reflection Cafe

Site İstatistikleri

Locations of visitors to this page

 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı