Erdal İnönü
Üniversite ve Toplum, Ocak 2005
Bilim Tarihi Ozel Sayisi
Bilim Tarihi Ozel Sayisi
.
Giriş: Bu panelin amacı, sanıyorum, Cumhuriyet döneminde Türkiyede yaşanan bilimsel gelişmeyi eleştirel bir gözle incelemek. Onun için ben de bilimsel ilerlemenin başlıca aşamalarına işaret ederken öngörülen hedeflere ne ölçüde vardığımızı ve eksikliklerin nerelerden kaynaklandığını belirtmeye çalışacağım.
1933 öncesi durum: Başta sayın başkan İhsanoğlu olmak üzere, Türk Bilim Tarihi Kurumu üyelerinin, çalışma arkadaşları ve öğrencileriyle son yıllarda yürüttüğü incelemeler(1) Osmanlı döneminin sonu ile Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ülkemizde bilim alanında atılan adımlar hakkında aydınlatıcı bilgi topladı. Bu veriler gösteriyor ki Cumhuriyetin ilk on yılındaki durum, Osmanlı döneminin sonundakinin devamından ibarettir ve her iki dönemde Türkiyede en yüksek bilimsel kurum olan Darülfünunun düzeyi Avrupadaki üniversitelere göre çok düşüktür. Öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu araştırma yapmamaktadır. Darülfünun Fen Fakültesinin yayımladığı bilimsel dergideki yazılar, birkaç istisna bir tarafa bırakılırsa, genellikle sadece ders kitaplarındaki bilgiyi aktaran didaktik makalelerdir(2). Yapılan tek tük araştırmalar da, Fuat Köprülü’nün edebiyat tarihi, Osman Hamdi’nin arkeolojik kazılar konusundaki çalışmaları gibi istisnalar dışında, batıdaki bilim çevrelerinin ilgisini çekecek değerde değildir. Temel bilimlerde batı üniversitelerinde kazanılmış ilk doktoralar on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar geri gider(3). (Emre Dölen, ilk doktoranın, kimya dalında Heidelberg Üniversitesinde 1876 yılında, İstanbullu Joseph Zanni tarafından yapılmış olduğunu gösterdi) Fakat bu doktoraları yapanlar Türkiyeye döndüklerinde çalıştıkları kurumlarda araştırma yapmaya devam edememişlerdir. Birinci dünya savaşı ve sonrasında Türkiyeye gelen konuk yabancı (özellikle Avusturyalı, Alman ve Fransız) profesörlerin giriştikleri araştırmalar da (Terzaghi’nin zemin mekaniğinde çarpıcı buluşlar yapmış olmasına karşın) kısa sürelerde bir araştırma geleneği kuramamışlardır. Bu durum ancak 1933 reformlarıyla değişmiştir.
.
1933 reformları: Cumhuriyette, bilim yaşamını araştırma tabanına yönelterek gerçek anlamda başlatan atılım 1933 yılında Istanbulda Üniversitenin(5), Ankarada da Yüksek Ziraat Enstitüsünun(6) kurulmasıdır. Her iki kuruluşta araştırmaya ağırlık verileceği devlet politikası olarak en yetkili ağızlardan ilan edilmiş ve gereği de yapılmıştır. Yeni bir yasa ile Darülfünun ortadan kaldırılmış, onun yerine kurulan İstanbul Üniversitesine ve Ankarada açılan Yüksek Ziraat Enstitüsüne çoğunluğu Almanyadan gelen araştırıcı bilim insanları ile, batıda doktora yaptıktan sonra yeni dönmüş genç Türkler öğretim kadrosu olarak atanmıştır. Darülfünunun 240 hocasından 157 si emekliye ayrılmıştır ki bunların 91’i profesör ya da ordinaryüs profesör unvanı taşıyorlardı.
Darülfünunun kapatılmasında Cumhuriyet devrimlerine uzak durulduğu izlenimini uyandırmak gibi bazı siyasal nedenler de kuşkusuz rol oynamıştır. Ancak 1933 reformunda Atatürkün açıkça gösterdiği amaç, bilimsel ilerleme yoludur. İsviçreli profesör Malche’ın reforma yol gösteren raporu bu amaca göre hazırlanmıştır. Türkiye açısından iyi bir rastlantı, 1933 yılı başında Almanyada iktidara gelen Nazi hükümetinin siyasal amaçlarla uyguladığı baskı politikası sonunda bir çok değerli bilim insanının Almanya dışında iş aramaları olmuş ve Türk Hükümetinin fırsatı iyi değerlendirmesiyle bu bilim insanlarının bir çoğu (40 kadar) İstanbul Üniversitesinde 1933 sonbaharında göreve başlamışlardır. Üniversitenin ilk kadrosunda 138’i Türk, 42’si yabancı olmak üzere 180 kişi vardı.
Ankarada Yüksek Ziraat Enstitüsünün kadrosunda da, İstanbuldakilerden farklı olarak, çok daha önceden planlanmış olduğu için Alman hükümetinin onayı ile gelmiş, bir çok Alman profesör ile araştırıcı genç Türk uzmanlar bulunuyor.
Milli Eğitim Bakanlığı ile Üniversite ve Enstitü yetkilileri yabancı profesörlerin Türkiyede rahat çalışabilmeleri için ellerinden geleni yapıyorlar. Tatmin edici ücretler veriliyor. Araştırma olanakları sağlanıyor. Tam bir özgürlük içinde araştırmalara girişiyorlar.
İyi bilinen bu gelişmeyi hatırlattıktan sonra şimdi soralım: 1933 Üniversite reformları amacına ulaştı mı?
Amacı, Türkiyede yüksek öğretimde araştırma geleneğini yerleştirmek olarak alırsak, yanıtımız hiç kuşkusuz “evet, ulaştı” olacaktır. Bunu araştırma verimine bakarak söyleyebiliriz. Temel ve uygulamalı bilimlerin her dalında Türkiyenin araştırma yayınları 1933’ten başlayarak sürekli bir artış gösterir(7). Zaman zaman duraklamalar olsa da artış, bu güne kadar hep devam etmiştir. Başlangıçta yayınların çoğu yabancı profesörlerden kaynaklanıyordu. Ama bu durum çabuk değişti. 1950’li yıllara gelindiğinde İstanbul Üniversitesi batı Avrupada tanınan, muhatap kabul edilen bir öğretim ve araştırma kurumu haline gelmişti. Yayımladığı araştırma dergileri batı üniversitelerinin kütüphanelerine girmişti. Yabancı araştırıcılar sık sık İstanbula gelip konuşmalar yapıyorlardı. Cahit Arf, Ratip Berker, Hulusi Behçet ve başkaları gibi araştırıcıların Türkiyedeki çalışmaları batıda tanınıyor, izleniyordu. Ankara Üniversitesindeki ilk asistanlık yılımda tanık olduğum bir olay aklıma geliyor. 1952 yazında İstanbulda toplanan uluslararası temel ve uygulamalı mekanik kongresinde çağın en ünlü matematikçi ve mekanikçileri Türk meslekdaşlarıyla beraber bildiriler verdi, tartıştı. Hiç olmazsa mekanik dalında Türkiyenin uluslararası düzeyi yakalamaya başladığını bu olayda görmüştüm.
Burada biraz durup başka bir soru soracağım. Batı Avrupada, A.B.D.’de yerleşmiş araştırma kuruluşlarında, ünlü üniversitelerde on, on beş yıl süren sürekli çalışmalar sonunda, Nobel ödülüne her zaman erişilmese bile, çok kez bilimde çığır açan önemli buluşlar yapılıyor. İstanbulda 1933’ten 1950’lerin başlarına kadar geçen yirmi yılda bir çok birinci sınıf araştırmacının yönetiminde çalışmalar yapılmış olmasına karşın bu çapta bir buluş ortaya çıkmadı. Niçin? Kusur ya da eksiklik yabancı profesörlerden mi, genç Türk araştırıcılardan mı, Üniversite yönetiminden mi, yoksa hükümetten mi geliyordu?
Çalışmalara daha yakından baktığımızda kusurun tümüyle tek bir yerde olmadığını, ama genel olarak o dönemde Türkiyede yeterli bir bilim kültürü bulunmamasının her yerde eksiklikler doğurduğunu görüyoruz. Örneğin Üniversitede yabancı profesörler yanında çalışacak yetenekli genç asistanlar çok az sayıda bulunabildi. Çünkü araştırma yeteneğinin farkında olan ve bu yolda ilerlemek isteyen lise mezunları ortada yoktu. Üniversite yönetimi araştırmaları desteklemek istiyor ama bunun için alışılmış usulleri nasıl değiştirmek gerektiğini bilemiyor, çok kez “mevzuat” engelini aşamıyordu. Yabancı profesörler, Almanyada yaşadıkları rekabetçi bilim ortamını Türkiyede bulamadıkları için eski araştırmalarına devam ediyor, ama yeni atılımlara girerek kendilerini aşma yolunda özendirilmiyordu. Türkiyenin dünya çapındaki yarışın uzağında bulunması genç Türk bilimcilerini de olumsuz etkiliyor, yanlış yollara götürüyordu.
Bir defa, Cahit Arf’tan şöyle bir itiraf duymuştum:
“Biz, o zaman İstanbula gelen değerli profesörlerden daha çok yararlanabilirdik. Ama yapamadık. Örneğin von Mises’le beraber çalışmak yerine, ben de Ratip de, onunla aynı düzeyde olduğumuzu gösterme çabası içine girdik, iyi bir işbirliği yapamadık. Oysa, örneğin Polonyalılar, Fransızlarla işbirliği yaparak Polonyada fonksiyonel analiz konusunda özgün bir ekol kurdular. Biz de belirdi bir alanda öncü olarak ortaya çıkabilirdik, bu fırsatı kaçırdık” demişti.
Tüm bu örneklerin hepsi, bence, o dönemde bilimsel araştırma alanında yeterli bir kültür birikimimiz olmadığını gösteriyor. Zaten böyle bir birikimin var olması da beklenemezdi. Osmanlı döneminde araştırma yaşamı henüz ortada yoktu. Araştırmaya yönelik bir kültür birikimi, yirminci yüzyılın başlarındaki tek tük çabalardan sonra ancak 1933 reformuyla sürekli biçimde oluşmaya başladı.
Bu oluşumun henüz yeni ve zayıf olduğu, 1950’lerin ortalarında araştırma etkinliklerinde görülen duraklama ile ortaya çıktı. İkinci dünya savaşından sonra Alman hocaların, bilim alanında büyük yatırımlara girişen ABD’ye gitmeleri, Türkiyedeki ekonomik zorlukların ve enflasyonun öğretim üyelerini geçim sıkıntısına sokması, üniversitedeki olanakları etkisizleştirmesi araştırma yaşamını durma noktasına getirdi. Bir kaç yıl süren bu durgunluktan gene dışarıda meydana gelen bir gelişme ile kurtulduk.
.
İkinci atılım dönemi ve Tübitak:
1953 yılında ABD Cumhurbaşkanı Eisenhower “barış için atom” projesiyle bütün dünyada atom enerjisiyle ilgili çalışmalara yol gösterecek ve bunları destekleyecek bir programı yürürlüğe koydu. Bu programda yer almamızı hem ABD hem Türkiye hükümetlerinin istemesinden yararlanan Besim Tanyel’in önerisiyle kırk kadar bilim insanımızın ABD’de üç yıla kadar uzayan sürelerle araştırma yapmaları olanağı elde edildi(9). İkinci kuşaktan bilimciler bu fırsatı iyi kullandılar, önce ABD’de, sonra Türkiyede verimli araştırmalar yaptılar. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Atom Enerjisi Komisyonunun Çekmece Nükleer Araştırma Enstitüsü gibi kuruluşlarda odaklanan yeni araştırmalarla durgunluk dönemi aşıldı. Böylece, ikinci kuşak, yeni, parlak araştırıcılarla ortaya çıkarken, alt yapıyı tamamlayacak girişimlerle de uğraştı.
...
.
Makalenin Tam Metni:
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder